“Görmek için on parmağım var!”

Fatma Işık Kaya’nın, halk arasında “tavukkarası” diye bilinen, zamanla görme yetisini tamamen kaybetmesiyle sonuçlanan bir hastalığı var. Lise döneminde hastalığı iyice ilerliyor ve bir süre kendini dış dünyaya kapatıyor. Babasının desteğiyle sanat ile ilgilenmeye başlayarak bir anlamda hayata tutunuyor. Müzik konusunda yaptığı çalışmalar bir yana; Fatma, bir görme engelli olarak resim yapıyor ve sergilere katılıyor. Ömrünün sonuna kadar resim yapmaya devam edeceğini söyleyen Fatma, “İki gözümü kaybettim ama parmaklarım sayesinde on gözümün olduğunu fark ettim” diyor.

ZEYNEP PEHLİVAN
İzmir- Fatma Işık Kaya, 1962 senesinde İzmir’in Tire ilçesinde dünyaya geldi. Anne ve babasının akraba evliliklerinden dolayı halk arasında “tavukkarası” adı verilen bir görme rahatsızlığına mahkûm olan Fatma, bu konuda erkek kardeşiyle aynı kaderi paylaştı. Lise dönemine kadar en azından renkleri ve bazı nesneleri ayırt edebilse de artık yavaş yavaş hücrelerin ölmesi ve damarların zaman içinde kuruması nedeniyle görme yetisini tümüyle kaybetti. Görme engelini yavaş yavaş kaybetmiş olmak ve nihayetinde tümüyle bir karanlığa hapsolmak, onun için öyle yıkıcı oldu ki kendini beş sene boyunca eve kapattı. Fatma bu durumu o yıllarda kabul etmekte oldukça zorlandı. Anne ve babasına sıklıkla, “Beni neden dünyaya getirdiniz?” demenin bir noktadan sonra çözüm olmayacağını anlamaya başladı. Görme engelli olmasında, kendi üzerinde de bir şekilde sorumluluk hisseden babası, ona kapısı sanata çıkan yeni bir yol gösterdi. Fatma, o yıllardan başlamak üzere mandolin, bağlama ve ud çalarak, daha da önemlisi görme engelli olmasına rağmen müthiş soyut resimler yaparak karanlık dünyasına büyük ve kudretli bir ışık kazandırmayı başardı. 
Fatma’nın bu ilham verici öyküsü herkesin ilgisini çekiyor ve hikayesini anlatmaya başlıyor… 
“Aslında babam jandarma astsubayı olduğu için bende hiçbir zaman bir sıla kavramı oluşmadı. İnsanlar belli yerlerde doğarlar, orada çocukluk ve gençlik arkadaşları olur, anıları olur. Oysa benim pek öyle bir durumum olmadı; çünkü babamın işinden dolayı pek çok şehri dolaşmak durumunda kaldık. O dönemlerde İslahiye, Afyon, Van, Ankara ve son olarak da İzmir’de bulunduk. Hastalığım gittikçe daha çok ilerlese de ortaokul yıllarında arkadaşlarımdan ve öğretmenlerimden güzel bir destek görüyordum; fakat liseye geçtiğimde bu desteği hiç göremedim. Zaten o sene hastalığım da iyice ilerlediği için okulu bırakmak durumunda kaldım. Tahtayı bile hiçbir şekilde göremiyordum. Yolda bastonsuz yürüyebilirken hiçbir şey okuyamaz hale gelmiştim. Bunu genç biri olarak, özellikle de bir dönem belli düzeyde de olsa görebilmiş biri olarak kabullenmem çok zor oldu. Yani illa görme engelim olacaksa, açıkçası bunun doğuştan olmasını tercih ederdim. Hastalığımın sinsi sinsi ilerlediğini bilmek, bana çok acı verdi. Asıl acı veren şey ise o yıllarda toplumun bakış açısıydı diyebilirim. “Sen evlenemezsin, okuyamazsın, kardeşin evlensin eşi sana arkadaş olsun!” gibi cümleler duymaya başlıyordum. Neyse ki ailem o süreçte koruyucuydu. Beni yormamaya çalıştılar.”
Boyaları elinden bırakmıyor
Sanat; insanın varoluşuna, yaşamın anlamsızlığına mutlak suretle yeni bir boyut katıyor. Hangi coğrafyada, hangi koşullarda yaşarsa yaşasın pek çok insan için sanat, böylesine güçlü bir etki yaratıyor. Fatma dört duvarın arasında isyan etmek ve hiçbir şey yapmadan öylece oturmak yerine büyük bir olgunlukla bu durumu kabul etmeye başlayınca sanatın varlığını keşfetti. Sonrasında ise resim ve müziğin ona verdiği ‘devam edebilme gücü’nü arkasına aldı. Fatma, yaşamında önemli bir kırılma noktası yaratan, resim ve müzikle tanışma öyküsünü şu şekilde aktarıyor:
“Geçmişe dönüp baktığımda sanatın, özellikle de resmin beni ayakta tuttuğunu görüyorum. Her ne kadar üzülsem de bunun bir şeyi değiştirmeyeceğini anladığım bir dönemdi. Babamın da desteğiyle mandoline başladım. Zaten çocukken de mandoline ve melodikaya özel bir ilgim vardı. Daha sonra ud derslerine başladım. Kızılay’ın görme engellilere özel olarak açtığı ritim kursuna katıldım. Orada bağlamaya heves ettim ve uzun süre çalmaya devam ettim. Resim serüvenim ise esasen 1989 senesine dayanıyor. O dönem babam, Hürriyet gazetesinde bir görme engellinin resim yaptığına dair ilginç bir haber okumuştu. Kendi kendime ‘Acaba ben de yapabilir miyim?’ demeye başladım. Bunu bir süre sonra daha yüksek sesle düşünmeye başladım. Birkaç resim denemesi yaptım, birisi ‘Bunları çocuk sergisine koyarsın’ şeklinde bir yorum yapmıştı. Ben bu yorumdan çok olumsuz etkilendim. Daha doğrusu bu yorumu tamamen yanlış anladım. Bence görme engelli birinin kişiliği biraz geç oturuyor. Kalktım o resimlerin hepsini yaktım. Sonra aradan bir süre geçti ve aslında “naif resim”  şeklinde özel bir tür olduğunu öğrenince o resimleri yaktığım için kendime kızdım, oturdum ağladım. Bu olaydan sonra birkaç sene resim yapmadım. 2000’lerin başında bu hevesim yeniden canlandı. Oturdum yeniden resim yapacak gücü kendimde hissettim ve üretmeye başladım. Bu defa çok daha güçlü ve olgundum. Zaten o günden beri de boyaları elimden hiç bırakmadım. Türkiye’de şu anda görme engelli resim yapan iki kişiden biri durumundayım.”
İlk sergisini Ankara’da açtı
Fatma zaman içinde kendini resim konusunda öyle geliştirdi ki açtığı kişisel sergilerinin yanında bazı karma sergilerde de aktif olarak yer almayı başardı. Sergilerde bilhassa ressamların büyük ilgi gösterdiği çalışmaları onun kısa süre içinde ülke çapında tanınmasına vesile oldu. Fatma’nın çizgileri genellikle Fransız ressam Monet’ye benzetiliyor. O ise neye benzediğini hiçbir zaman bilmediği ve göremediği resimlerine şimdilik sadece dokunmakla yetiniyor. 
“Kazım Karabekir’in kızıyla internet üzerinden tesadüfen tanıştıktan sonra kendisine birkaç resmimi gönderdim. Resimlerden çok etkilendi ve hemen bir sergi açmamız gerektiğini söyledi. Annem de o zaman rahatsızdı. Babam ve kardeşim bana ‘Sen git, biz annene bakarız merak etme’ diyerek destek oldular. Orada Kazım Karabekir Kültür Merkezi’nde ilk kişisel sergimi açtım. 6 gün boyunca kaldığım Ankara’dan çok güzel anılarla döndüm. Profesyonel ressamlar dahi geldiler, bana epey ilgi gösterdiler. Bu benim için büyük bir zenginlik ve anlatılmaz bir deneyimdi.”
Engelli olduğu için şans verilmedi
Görme engelli bir birey olarak hayatının pek çok alanında ayrımcılığa maruz kaldığını ifade eden Fatma, tüm bu zorluklara rağmen kendini ifade edecek bir alan bulmak adına çok mücadele ettiğini düşünüyor:
“Şimdi belki yeni yeni bazı şeyler değişti; ama o dönemlerde örneğin korolara gidiyordum, beni saza oturturlardı ve solo vermek istemezlerdi. Hani bir görme engelliyi kolundan tutup mikrofonla insanların karşısına çıkarmak istemiyorlardı. Konservatuarda olsun, TRT’de olsun hep şansımı denedim, hiçbirinde de sonuç alamadım, daha da ötesi bu önyargıyı hep hissettim. Gerekçe olarak nasıl eğiteceklerini bilmediklerini söylüyorlardı. Hatta bir arkadaşıma açık açık, ‘Biz görme engellileri almıyoruz oğlum’ demişlerdi. Bu duruma çok üzülmüştü. Ki bahsettiğimiz kişi de güzel sanatlar fakültesinin müzik bölümünü bitirmiş, çok yetenekli bir arkadaşımızdı. Hatırlarsanız, İngiltere Büyükelçisi’nin eşi, bir görme engelliydi.  Düşünüyorum da bizim ülkemizde hiçbir görme engelli bir kadınla bir büyükelçi evlilik yapmaz, hiç sanmıyorum. O kadın isterse profesör düzeyinde olsun, yine de yapmaz.”
“Neye yetenekli olduğunu keşfetsinler” 
Fatma, resim yaptığı zaman engelli olduğunu tamamen unuttuğunu ifade ediyor. Sanki parmakları sayesinde 10 ayrı gözünün olduğunu düşünüyor. Kendisi gibi engelli olan kadınlara ise son olarak şu cümleleri fısıldıyor:
“Herkesin engeli ve çektiği sıkıntı muhakkak farklıdır. En azından yaşama küsmemek gerekir. Çünkü bundan kurtuluşumuz yok. Bence engelli bireyler bir şekilde neye yetenekli olduklarını keşfetsinler. Yoksa küsmek ve her şeyi bırakmak çok kolay. Ben yıllarca eve kendimi kapattım. Neye yaradı? Çevreme karşı kırıcı oldum, umutsuz ve içine kapanık biri oldum. Bazı soruların cevabı sahiden de yok. Böyle yaşayacağız, bunu kabul edeceğiz. Herkes kendi şartları doğrultusunda mutlaka yolunu bulacaktır.”