Savaşlarda kadınların cephesi

Enternasyonal mücadele zeminini kurutmak için ulus-devletin en katı canavarı faşizm devreye koyuldu. Birinci paylaşım savaşından ikinci paylaşım savaşına giden 21 yıl boyunca bu zemine karşıtlık, faşizm ve ataerkil şiddet eliti tarafından örgütlendirildi.

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı ve sonrasında kadınların durumu – 2

ZİLAN KOÇGİRİ

“Toplumsal bir geriye gidişin faturasını önce kadınlar öder.” Annita Malavsi

İnsanlık tarihi boyunca kuşkusuz savaşlar hiç eksik olmadı. Ama tarihin hiçbir döneminde 20’nci yüzyıldaki savaşlar kadar sistemli bir yok etme politikası yürütülmedi. Emperyalist sömürgecilik ve paylaşımın izdüşümü olarak cereyan eden Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonunda dünyayı tam olarak paylaşamayan hegemon güçler 1918 ile 1939 yılları arasında ulus-devletlerin faşizan argümanı ile kadınlar ve halklar üzerinde büyük bir terör estirdi. 20’nci yüzyılın başında halklar ve kadınlar lehine yükselen alternatif düşünceler ve sosyalizm ütopyasının 1917’de Ekim Devrimi’ne evrilmesi ve bedenleşmesiyle, sömürge paylaşımları tam gerçekleşmeden sekteye uğradı. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı karşısında yükselen barış sesleri, kadınların savaş sürecinde yıktıkları kalıplara geri dönmek istememeleri gibi birçok etkeni de bunun yanında sayabiliriz. Çünkü egemenler için paylaşım savaşında ortaya çıkan yeni gerçeklik, halklar ve kadınlar içinde geçerliydi. Kimse kazandığı mevzileri geri kaybetmek istemiyordu. Artık kadınların öncülük ettiği bir enternasyonalist mücadele zemini doğmuştu. Halklar açısından ortaya çıkan yeni duruma karşı kapitalist modernite çareyi faşist iktidarların yükselişinin önünü açmakta buldu. Çünkü kadınların öncülüğünde gelişen bu zemin egemenler için korkutucuydu.

‘Savaşla inşa edilmeyen ulus-devlet var mı?’

Enternasyonal mücadele zeminini kurutmak için ulus-devletçiliğin en katı canavarı olan faşizm devreye koyuldu. Birinci paylaşım savaşından ikinci paylaşım savaşına giden 21 yıl boyunca bu zemine karşıtlık, faşizm ve ataerkil şiddet eliti tarafından örgütlendirildi. Halklar Önderi Abdullah Öcalan, 20’nci yüzyılda kapitalist modernitenin faşizm, ulus-devlet ve savaş arasındaki bağını şöyle tanımlıyor: “İlk ve orta çağların dinselliklerinden bin kat daha tutucu ve kapalı inşa edilen bu ucube gerçeklik eğer sık sık karşımıza faşizmin kendisi ve her yerdeki uygulamaları biçiminde çıkıyorsa hiş şaşmamak gerekir. İnşanın kendisi hep savaşla olmuştur. Savaşla inşa edilmeyen tek bir ulus-devlet gösterilemez. Daha da vahimi, içte toplumla, dışta başka ulus-devletle sürekli; savaş, çatışma ve gerginlik içinde olmayan bir ulus-devletten bahsedilebilir mi?”

İkinci Dünya Savaşı’nın provası: İspanya cephesi

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde kapitalist paylaşım savaşının tarafları belirlenmiştir. Savaş ve yoksulluğun getirdiği yıkıma karşı toplumlar sosyalizm fikri etrafında umudu korurken, hegemonlar yeni bir savaşta çare arıyordu. Özellikle Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan kalan Tamirat Borçları’nın da etkisiyle 1929 yılında ABD’de başlayan “Büyük Buhran” tüm dünyayı, bilhassa Avrupa’yı derinden etkilemiş, kıtlıkların yaşanmasına ve ülke ekonomilerinin çökmesine neden olmuştu. Kapitalist modernitenin kriz zamanlarının can simidi olan faşizm, Avrupa’da aşama aşama yükseltildi. Yoksulluk pençesindeki kitleler milliyetçi argümanlarla donatıldı, beslendi ve faşizm Almanya ve İtalya’da iktidarı ele aldı.

İspanya ise bu dönemde faşizme karşı direnişi örgütleyen ülke oldu. Seçilmiş çoğulcu cumhuriyetçi rejime karşı darbe yapan faşist diktatör Franco’ya karşı 17 Temmuz 1936-1 Nisan 1939 tarihleri arasında büyük bir mücadele verildi. İspanya iç savaşı olarak tarihe geçti bu dönem. İspanya’da faşizme karşı başlayan direniş İspanya’yı aşan bir etkiye sahip oldu. Ancak, büyük umutların bağlandığı Sovyetler Birliği’nin destek vermemesi nedeniyle İspanya’daki direniş boğuldu ve faşist Franco iktidarı ele geçirdi.

Enternasyonal antifaşist cephenin örgütlenmesi

Dünyanın birçok ülkesinden insanlar İspanya’da faşizme karşı savaşın içinde yerini aldı, enternasyonalist bir direniş cephesi oluştu. İspanya'da 1936 yılında başlayan direnişte her alanda yer almak için çabalayan kadınlar, kadının köleleştirilmesine karşı Mujeres Libres-Özgür Kadınlar ismiyle örgütlendi. Cepheden kadınlara "kendini özgürleştir" çağrısı yapan Pepita Carpeña, "Erkekler kendilerinin kadınlardan daha iyi olduklarını sanmasınlar, bize hükmetme hakları yok, dediğimizde bir şekilde kargaşa çıkardı. Bence İspanya kadınları o çağrıyı bekliyordu" diyordu. Savaşa katılmaya çalışırken cinsiyetçi erkek komutanlar tarafından reddedilen kadınlar, yeni bir yaşam örmüştü.

İspanya iç savaşı aynı zamanda İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndaki kadınların saflarını belirleyen bir portre ortaya çıkardı. Bir tarafta ‘no pasaran’ (geçit yok) diyerek özgürlükleri için her alanda örgütlenen kadınlar, diğer tarafta faşizmin sadık bekçisi olarak “ulusun fedakar anneleri” rolü verilen ulus-devlet faşizminin safında yer alan kadınlar.

Nitekim daha sonrasında başlayan savaşta da Hitler, Musolini, Franco gibi faşist liderlerin kadınları “ulusun bekası için iyi askerler yetiştiren’ birer nesneye dönüştürdüğünü görüyoruz. Kapitalist modernitenin en vahşi çocuğu faşizm ile yeni cehennemin kapısı açılmış, savaş makinaları cepheye sürülmüştü. 15 milyon asker ve 45 milyon sivilin yaşamını yitirdiği, 25 milyon insanın da yaralandığı, 60 milyon insanın hayatına mal olan İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı fiilen 1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’yı işgali ile başladı. Savaşta, İngiltere, Sovyetler Birliği, ABD, Çin ve Fransa "Müttefik Devletler", Almanya, İtalya ve Japonya ise "Mihver Devletleri" olarak yer aldı.

Savaş makineleri yeniden harekete geçti

Savaş makineleri artık daha yetkindi, savaş cepheleriyse bir o kadar genişlemişti ve bu kez birincisinden çok daha korkunç bir yıkıma yol açacaktı. İşte bu atmosferde, kadınlar yeniden emperyalistlerin hizmetine koşuldular. Kentler yıkılıp yakılmışken, üretici güçler barbarca tahrip edilmişken ve erkek işgücü savaşta birbirini boğazlamaya gönderilmişken, kapitalistlerin işgücü ihtiyacını karşılayacak en önemli unsur yine kadınlardı. Açlık, evde kalanları vurmuştu ve kadınlar buldukları her işte çalışmak zorundaydılar: kimisi fabrikalarda, kimisi tarlalarda, kimisi ise bedenini satarak...

‘Women’s Land Army’ afişleri her yerde

Birinci Dünya Savaşı’ndaki senaryo bu kez daha kapsamlı olarak kadınları savaşın parçası haline getirmeye başladı. Erkeklerin askere gitmesiyle azalan tarımsal üretimi tekrar arttırmak; kentli işsiz kadınları da bir iş sahibi yaparak, az da olsa gelir elde edilmesini sağlayarak, oluşan psikolojik yıkımın önüne geçmek amacıyla İngiltere, Avustralya ve ABD’de “Women’s Land Army” organizasyonları kurdu. Afişlerle kadınları işçi tulumu, asker elbisesi, savaş hemşiresi şekilde ‘güçlü fedakar ulus annesi’ portresi içinde resmederek, savaş için motivasyon oluşturmaya çalıştı. Kapitalist modernite bir kez daha kadın bedenini ihtiyaç duyduğu şekilde kullanmanın yollarını arıyordu.

Savaş tekelleri ve sermaye binlercesinin o zamana dek çalışma yaşamına katılmamış olmasından faydalanarak, kadın emeğini en azgın biçimde sömürüyordu. Vasıflı kadın işçilerin ezici bir çoğunluğu, vasıfsız erkek işçilerin aldığı ücretin bile altında ücret alıyordu. Kadınlar, ücret eşitsizliğine ve kötü çalışma koşullarına karşı seslerini yükseltecek olduklarında ise, egemen sınıfın savaşı kullanarak yarattığı şoven atmosfer nedeniyle, “vatan haini” damgası yiyorlardı.

Faşizmin çizmeleri altında inleyen Almanya’da ise, “kadının yeri evidir” diyen Hitler, Alman kadınları birer çocuk yapma makinesi olarak eve hapsederken, Yahudi kadınları ve erkekleri çalışma kamplarına kapatmıştı. Etrafı duvarlarla çevrili bu kamplarda, tutsak on binlerce Yahudi, 12-19 saate varan ağır çalışma koşulları altında, bir parça ekmek ve bir tas çorba karşılığında ücretsiz olarak, yani köle olarak çalıştırılıyordu. Bundan en çok etkilenense kuşkusuz kadınlar oluyordu. Bazen aralıksız 30 saat çalıştırılan aç kadınlar, takatsiz kalıp makine başlarında bayılıyor ve bu koşullara uzun süre dayanamayıp ölüyorlardı. Yahudi soykırımının ardından öldürülen insanların sayısı net olarak verilemiyor ancak 5 milyonun üzerinde insanın katledildiği belirtiliyor. Öldürülenlerin 2 milyonu ise kadın olarak kayıtlara geçti. Gettolarda ve kamplarda kadınlar ölümlerine yol açılacak şekilde zorunlu işlerde sömürüldüler ya da etik olmayan deneylerde kobay olarak kullanıldılar.

Bu arada tüm emperyalist ülkelerde savaş makinesi harıl harıl çalışıyordu. Altı yıllık savaş döneminde, savaş sanayiinde çalışan kadınların sayısı İngiltere’de 6,5 milyona, ABD’de ise 6 milyona çıkmıştı. İngiliz ordusuna katılan kadınların sayısı 460 bine yükselirken diğer emperyalist orduların da bundan aşağı kalır yanları yoktu. Sadece bunlar bile, birinci emperyalist savaşla kıyaslandığında silahlanmanın hangi boyutlara varmış olduğunun ve savaş makinesinin nasıl bir canavara dönüştüğünün önemli bir göstergesidir.

Emek sömürüsünün yanında kadın bedenin savaşlarda işgal alanına dönüştürülmesi ve kadın bedenini savaş aygıtı olarak sistematik olarak en fazla saldırıya uğradığı dönem de İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı olarak belirtilebilir. Yazar Cynthia Enloe, Muzlar Plajlar ve Askeri Üsler isimli kitabında milliyetçi hareketlerde ve çatışmalarda kadınların rollerinin çoğunlukla sembolik olduğuna dikkat çekiyor ve “Milliyetçi hareketlerde ulus tarafından yüceltilen kadınlar, çatışmalarda ele geçirilip aşağılanacak savaş ganimetleri olmuşlardır” der. Alman askerlerinin binlerce Rus ve Yahudi kadına tecavüz ettiği ortaya çıktı. J. Robert Lilly tarafından 2007 yılında kaleme alınan Zorla Alınma: Tecavüz ve İkinci Dünya Savaşı'nda Avrupa'daki Amerikan piyadeleri, bu konuya odaklanan önemli bir literatür parçasıdır. Bir sosyolog ve kriminolog olan Lilly'nin kitabı, bu suçların toplumsal sonuçlarını incelemektedir. Bu kitap da 1942-1945 yılları arasında Avrupalı kadınlara uygulanan tecavüz ve cinsel şiddete odaklanıyor. Kitaba göre 3 yılda 14 bin kadın bir savaş silahı olarak tecavüze maruz kaldı.

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan arta kalan bir başka travma ise toplu mezarlar olmuştur. Örneğin son 25 yıl içinde, Slovenya Hükümeti Gizli Toplu Mezarlar Komisyonu tarafından İkinci Dünya Savaşı'ndan kalma 600'den fazla gizli toplu mezar olduğu kabul edilmiştir. Tarihçiler yaklaşık 100.000 kişinin yargısız infaz edildiğini tahmin etmektedir ve bu iki savaş arası ve savaş sonrası cinayetlerin kurbanlarının çoğu hala Slovenya'daki gizli toplu mezarlara gömülüdür ve kimlikleri tespit edilememiştir. Slovenya'daki toplu mezarlar nadiren kurbanların kimliklerinin tespit edilmesini mümkün kılacak belgelerle bağlantılıdır; toplu mezarların sadece birkaçı arşivlenmiş kurban listeleriyle bağlantılıdır ve böyle durumlarda bile cinayetlerin üzerinden uzun zaman geçtiği için yaşayan akrabalarını bulmak zordur.

Uzakdoğu’da kadınlara yönelik savaş suçları

Yine İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında; Japonlar Çinli kadınlara yönelik benzer uygulamalarda bulundu ve binlerce Çinli kadın ülkelerinden alınarak fuhuşa zorlandı. Japon ordusunun 1937-1945 yılları arasında işgal ettiği Kore'de 300 bine yakın kadını zorla genelevlerde pazarlandığı ortaya çıktı. Japon askerlerinin Tayvanlı kadınlara da aynı muamelede bulunduğu, bizzat mağdurlar tarafından 2000'li yılların başında dile getirilmişti. 1947-1952 yılları arasında ABD'nin işgal ettiği Kore'de 4 milyon civarında insan katledildi, yüzlerce kadın tecavüze uğradı.

Çin, Tayvan ve Asya'nın diğer bölgelerinden Japonya ve Endonezya'daki Hollanda vatandaşları da dahil olmak üzere- gelen kadınlar da söz konusuydu. 1932'den savaşın sona erdiği 1945 yılına kadar kadınlar, Japon askerlerinin moralini yükseltmek ve görünüşte rastgele cinsel saldırıları azaltmak için kurulan “rahatlık istasyonları” adı verilen tecavüz merkezlerinde tutuldu. Kadınlardan bazıları sahte iş vaatleriyle kandırılarak, Japon ordusu tarafından işletilen devasa bir insan kaçakçılığı planının kurbanı oldular. Diğer birçoğu ise basitçe kaçırılmış ve Çin ve Burma (Myanmar) dahil olmak üzere Japon işgali altındaki tüm bölgelerde tecavüz merkezlerine gönderilmiştir.

Buz dağının görünen yüzü

Tabi yukarıda verilen rakamları buz dağının görünen yüzü olarak okumak gerekiyor. Genel olarak, savaş zamanı şiddete ilişkin rakamları belirlemek zordur. Mağdurların birçoğu utanç, damgalanma ve dışlanma korkusu ya da travmatik deneyimlerini hatırlamanın verdiği yeni acılar nedeniyle konuşmuyor. Diğerleri ise tecavüzün sonuçlarından dolayı ölmüş, öldürülmüş ya da yıllar sonra kendi canlarına kıymışlardır. Savaş zamanı tecavüzleri nadiren kayıt altına alınmakta veya sistematik olarak belgelenmektedir, bu nedenle kayıt altına alınmamış çok sayıda vaka olduğu varsayılabilir. İkinci Dünya Savaşı’nda tanık raporları, eski askerlerin anıları, hastane ve askeri dosyaların yanı sıra din adamı kayıtları da tecavüzlerin ne kadar büyük boyutlarda olduğunu göstermektedir. Araştırmalara göre bu dönemde milyonlarca kadın ve kız çocuğunun tecavüze uğradığı tahmin ediliyor.

Faşizme karşı kadınların özsavunma direnişleri

Tarihin görünmeyen arka sayfaları ise faşizme, işgale ve kadın kırımına karşı kadınların direnişi ile doludur. Bazı kadınlar getto direniş örgütlerinin üyeleri ya da liderleriydiler. Onları hedef haline getiren sadece cinsiyetleri değil dinsel ve politik bağlarıydı.

Nazilere karşı ilk ve tek toplu sivil direnişi de kadınlar gerçekleştirdi. Yahudilerle evli ‘Aryan’ kadınların eşlerini kurtarmak için Rosenstrasse’de günler süren eylemin öncüsü kadınlardı. Direnen kadınlardan biri Liri Gero’du. Henüz 13 yaşındayken Arnavutluk’ta Nazi işgaline karşı savaştı. 68 kadın ile birlikte önce Arnavut Ulusal Kurtuluş Hareketi saflarına ardından direniş tarihinde önemli bir yere sahip 16. Saldırı Tugayı’na katıldı. Bir saldırıda Naziler onu bilinçsiz şekilde buldu ve katletti. Direnişe katılan 68 kadın günümüzde de saygıyla anılıyor.

Tsola Dragoyçeva, kod adı Sonya, bir direnişin simgesiydi ve Nazilerin korkusu rüyası olarak anıldı. Onunla birlikte milyonlarca Bulgaristanlı kadın, antifaşist savaşta yer aldı.

Cephedeki askerleri faşizme karşı tavır almaya teşvik eden mektuplar yazan Elizabeth Rose, Ablası Truss ile daha 14 yaşındayken Nazi işgalcilerine karşı suikastlar ve sabotajlar düzenleyen Freddie Oversteegen, operasyonlara katılan gece cadıları, kamplarda kalan kadınlar ve daha birçok kadın direnişin en önünde yer aldı.

Kore, Tayvan ve Çinli kadınlar, Japonya’nın işgalci saldırılarından korunmak için özsavunma birlikleri oluşturarak, direniş mangaları kurdu. Bu dönemde sadece Çin’de kadınlar tarafından oluşturulan yüzden fazla köy özsavunma birliklerinin varlığı kadınların direniş boyutunu gözler önüne serer.

İkinci Dünya Savaşı, bir yandan yukarıdaki gibi tarihin en sistematik kapitalist toplum kırım, insan kırım ve kadın kırım yöntemleri uygulanırken diğer yandan ise kadınlar cephesinde savaş ve faşizm karşı mücadelenin en güçlü şekilde yürütüldüğü dönem olur. Anti-faşist mücadele cephesinde yer alan kadınlar hem cephede hem de cephe gerisinde önemli bir rol oynadı.

Faşizme karşı mücadelenin öncüsü kadınlar oldu

İkinci Dünya Savaşı’nda bütün dünyada faşizme karşı mücadele eden yurtseverlerin, komünistlerin, sosyalistlerin önemli bir kesimi kadınlardan oluşmaktaydı. Feminist kadınlarda anti-faşist mücadelede yerini alarak, direnişi hayatlarının bir parçası yapmışlar, bunda olağanüstü bir şey görmemişler, savaş bitiminde direnişin tarihi yazılırken onlar tarih kitaplarına bile giremeyip es geçilmişlerdi. Onlar erkek yoldaşları gibi ellerinde silahla direnişte yer almanın yanında, daha çok günlük yaşamdaki direnişleri ile önemli bir yer tutmaktaydılar. Kaldı ki önemli görevlerin başarıyla yerine getirilmesi bu görevi üstlenen kişilerin toplumda göze batmamaları ile ilişkiliydi. Kadınlar, yeraltı ile “normal” hayatı birleştiren ara halka idiler. Bu kadınların birçoğunun isimlerini hiçbir zaman öğrenemedik. Öğrenebildiklerimizden bazılarına buraya not düşelim.

Kızıl Orkestra’nın direnişi

Hitler faşizmine karşı örgütlenen komünist ve yurtsever direnişi içerisinde yer alan önemli bir kesim yine kadınlardı. Burada “Schulze-Boysen/Harnack Örgütü”, Gestapo’nun “Kızıl Orkestra” olarak adlandırdığı komünist direniş grubu Batı Almanya tarih yazımında ya es geçilmiştir ya da Sovyetler Birliği’ne ispiyonluk hizmeti veren birkaç komünistin direnişi olarak küçümsenmiştir. “Kızıl Orkestra” hedefini Hitler Almanya’sına karşı savaşmakla sınırlamıyordu, aynı zamanda sosyalist hedefler doğrultusunda çalışıyordu. Onları bir araya getiren unsur halk cephesi düşüncesi olmuştu. Nitekim bu direnişte komünistler, sendikacılar, sosyal demokratlar, partisizler, ateistler, dindar insanlar, kadın, erkek, genç, yaşlı, işçi, bilim insanları, öğretmenler, sanatçılar, memur ve esnaf, asker ve subaylar faşizme karşı birlik oluşturmuştu. 31 Ağustos 1942’de başlayan tutuklamalarda 130’dan fazla direnişçi ele geçirilip, işkenceye uğrar. 49 direnişçisi hakkında ölüm cezası verilir. 31 erkek ve 18 kadın direnişçi Berlin-Plötzensee, Halle, Brandenburg ve Berlin-Tegel alanında ya asılarak ya da başları kesilerek katledilir. Gözaltına alınan direnişçilerden yedisi Gestapo’nun sorgulamalarında öldürülür, yedisi Nazi ölüm kampına gönderilip, geri kalanlar ise ağır hapis cezalarına mahkûm edilir. Yine anti-faşist cephede örgütlenen bir diğer grup ise Beyaz Gül Hareketi’dir. Sophie Scholl Alman devrimci, pasifist Anti-Nazi mücadele oluşumu Beyaz Gül’ün kurucu üyesiydi. 1943’te, Sophie ve arkadaşları, Münih Üniversitesi’nde el ilanı dağıttıkları için tutuklanırlar. Giyotinle idam cezasına çarptırılırlar.

Fransa, İtalya, Polonya, Slovenya...

Almanya’nın yanı sıra Fransa, İspanya, Hollanda, Polonya, Yunanistan, Yugoslavya, Slovenya başta olmak üzere kadınlar her yerde anti-faşist cephede mücadele etti. Fransa’da bütün kesimlerden kadınlar bir kitle direnişi olan faşizme karşı “Résistance” hareketine katılmışlardı. Kadınlar hem cephede hem de siviller olarak görevler üstlendiler. Fransız etnolog olan Germaine, bu savaşta Paris Direnişi (Fransız Direnişi)'ne katılır. Paris Direnişi’ndeki kadın partizan birliklerinin sayıca partizanların yarısını oluşturmaktaydı. Partizan savaşında Germaine’ nin direnişi örgütleme ve öz savunma savaşında gösterdiği direniş gücü onu 1941'de hareketin liderlerden biri yapar. 1942'de bir ihbar sonucu yakalanarak Ravensbrück toplama kampına sürgüne gönderilen Germaine üç yıl sonra kamptan kurtulan az sayıdaki kadınlardan biridir.

İtalyan ve Sloven kadınlar Garibaldi Birliği’ni kurarak faşizme karşı önemli bir cephe oluşturdular. Bu cephenin öncülerinden biri Ondina Peteani’ydi. Fabrikalarda sabotaj eylemleri dahil birçok eylem gerçekleştirdiler. İtalya’da kadınlar hem Nazi Almanyası’na ve hem de İtalya’daki faşist politikalara karşı, yaşamları pahasına da olsa mücadelede çok önemli görevler üstlendiler.

Antifaşist mücadelenin en güçlü örgütlendiği yer: Yugoslavya

Antifaşist mücadelenin en güçlü örgütlendiği yerlerden biri Yugoslavya oldu. Savaşın başlamasıyla, bu derneklerin çoğu antifaşist mücadeleye fiilen de katıldı. 1941 yılında değişik adlar altında, farklı bölgelerde kurulan kadın örgütleri ve dernekleri, 6 Aralık 1942'de ilk Ulusal Kadın Konferansı'nda bir araya geldi. Konferansa, Makedonya hariç, işgal altındaki tüm bölgelerden 166 delege katıldı. Ulaşım sorunu ve güvenlik endişeleriyle, Makedon delegeler toplantıya dahil olamamıştı. Konferans neticesinde; Kardeşlik ve birlik ilkesi çerçevesinde, direniş birimlerine yardım etmek, silahlı eylemlere ve sabotajlara katılmak, direniş hükûmetine yardım etmek için kadınları harekete geçirmek amacıyla Antifasist Kadın Cephesi oluşturulması kararlaştırıldı. Sırp, Hırvat, Boşnak bütün etnik yapılardan kadınlar faşizme karşı önemli bir mücadele deneyimi ortaya çıkardı.

Sovyetler Birliği’nde antifaşist kadın mücadelesi

Sovyetler Birliği’nde anayurt savunmasında yer alan kadınlar hem cephe gerisinde hem de partizan birliklerindeydiler. Sağlık görevlisi, telsizci, mühendis, pilot, atıcı, topçu, uçaksavar topçusu, politik işçi, tankçı, süvari, paraşütçü, denizci, trafikçi, şoför, çamaşırcı ve temizlik birimlerinde nefer, aşçı, fırıncı, kısacası aklınıza gelebilecek her tür işte kadınlar vardı. Tek başına Komsomol Örgütü 200 bini komsomol üyesi olmak üzere 500 bin kadın askeri cepheye gönderdi. Kadınlar, erkek kardeşleri, eşleri ve babalarınınkine denk askeri başarı gösterdiler. Zafer gününü görebilenlerin yanında elbette pek çok yurtsever Sovyet kadını da yurt savunmasında hayatlarını kaybetti. Bunların hepsinin anısına bir tanesinin ismi biraz da Nazım Hikmet sayesinde hafızalarımıza kazındı: Tanya… Almanlar Moskova bölgesinde, Vereya kasabası yakınlarında genç bir gerilla kızı yakaladılar. Nazilerin en şiddetli işkencelerine maruz kalmasına rağmen ağzından tek bir kelime çıkmamıştı. Gerçek adını bile söylemeyip isminin “Tanya” olduğunu söyledi. “Tanya”nın gerçek adı Zoya Kosmodemyanskaya idi. Onun kahramanca ölümüne tanık olanlar, son anlarında, sağ kalıp düşman hattı gerisinde savaşanları nasıl canlandırma ve yüreklendirme gücü bulduğunu anlattılar. Ve bu anlatılanlar romanlara, şiirlere konu oldu…

Milena’yı unutmayın

Antifaşist mücadelenin önemli temsilcilerinde biri de Milena Jesenska’ydı. Prag’lı olan Milena, ataerkil tarih yazımında Kafka ile olan aşkı ile bilinse de İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazizme karşı sosyalist bir kadın gazeteci kimliği ile öncü mücadeleci bir kişilikti. Gestapo zindanlarında gördüğü işkenceler nedeniyle savaşın sonunu göremeden hastalıktan yaşamını yitiren Milena, arkadaşlarına “Bizi unutmayın olur mu?” diye vasiyet etmişti.

Dünyanın birçok noktasından kadınlar antifaşist mücadelede buluştu ve önemli bir mücadele deneyimi ile faşizmin savaşı kaybetmesinde en büyük rolü oynadı. Peki savaş bittikten sonra kadınların durumu nasıldı?

Ve savaş bitti: Evine dön Rosie

Bu korkunç savaş, geride on milyonlarca yaralı, 55 milyonu aşkın ölü ve sefalete sürüklenmiş halklar, kadınlar bırakarak 1945 yılında sona erdi. Uygarlığıyla övünen Avrupa’da kentler harabeye dönerken, savaştan tek galip çıkanlar, bu katliamdan muazzam kârlar elde eden emperyalist tekellerdi. Tahrip olmuş kentler, fabrikalar, kadın işçilerin ve cephelerden dönen erkek işçilerin hummalı çalışmasıyla tekrar inşa edilirken, kapitalizm yeniden bir ekonomik yükseliş dönemine girdi. Ve çok geçmeden o bildik manzara aynen tekrarlandı. Artık kadınlara ihtiyaç kalmamıştı. İşlerini erkeklere terk etmeli, genç kızlar bir an önce evlenip ulus-devletler için genç askerler-işçiler doğurmalı, erkeklerine ve çocuklarına iyi bir anne, iyi bir ev kadını olarak hizmet vermeli ve bununla yetinmeliydiler. Çalışan kadınlara hiç de hoş gözle bakılmaz olmuştu. “Evine dön Rosie” kampanyalarıyla artık propaganda filmlerini ve reklâmları, asker üniforması ya da işçi tulumu içindeki kadınlar değil, kadınlığı ön plana çıkarılan, pembe panjurlu evinin bahçesinde sevimli çocuklarıyla erkeğinin yolunu gözleyen, teknolojik ürünlerle donatılmış mutfaklarında bu ürünlerle poz veren kadınlar süslüyordu. Amerika’da bu propaganda Hollywood filmleri aracılığıyla doruğa vardırıldı ve tüm dünyaya ihraç edildi. Eğitimli orta sınıf kızları için amaç, lise biter bitmez bir koca bulup hemen çocuk doğurmak, onları “iyi yetiştirmek”, kocasına destek vermek ve ne olursa olsun onun yanında olmaktı.

Kurgulanmış afişler, mutlu aile tablosu ile yeniden eve dönmesi beklenen kadınlar, büyük oranda verilen rolleri benimsemeyerek, bir daha eve dönmeyi reddetti. 1800’lerde tırmanışa geçen birinci ve ikinci paylaşım savaşlarıyla kesintiye uğrayan kadın mücadeleleri hak temelli mücadeleden daha kuramsal bir evreye sıçradı. 20’nci yüzyıldan ulusal temelli gelişen devrimlerden feminist mücadeleye, sömürgeci savaşlara ve işgallere önemli itirazlarıyla kadınların direniş geleneği sürdü.

Yarın: Evveliyatı ve bugünü ile Üçüncü Dünya Savaşı’nda kadınlar ve olasılıklar