Fermanın tanıklığı: Kınalı saçlarından yuva yaptım-3-
Şengal’in molozlarının altında ölen bir dünya
Beritan Şengalî küçük yaşında bir yetişkinin bile görmeye katlanamayacağı gerçekleri hafızasına kazıdı. Annelerine zorla yedirilen bebekler, kan akan dereler, yol boyunca uzanan cesetler… tüm bunlar film karesi gibi anlatılsa da bu dünyanın nasıl bir rezillik içinde öldüğünü gösteriyordu. Kapılar sadece savaşmaya açılıyordu.
ROJBİN DENİZ
Şengal- Beritan Şengalî, acının en derin yerinde kaldı. Duvarın arkasında şahit oldukları hafızasında, yüreğinde, bedeninde asla silinmeyecek yaralara neden oldu. Dayısının kızının yani kırk günlük kuzeninin katledilişini izlemek zorunda kaldı. İçinde yaşadığı korku, acı ve belki de tarifi imkansız bir çok duygu ondan bir savaşçı yarattı.
Beritan aç kaldığı için ağlayan bebeğin sesinden rahatsız olan IŞİD’lilerin buna nasıl son verdiklerini anlatırken kelimelerini uzun uzun düşünerek seçti. Hiçbir kelime hiçbir söz o an orada yaşananları belki de tam olarak anlatamadı.
“Ellerindeki satırlarla, odanın orta yerinde kırk günlük bir bebeğin canını almışlardı. Annesinin ve orada bulunan kadınların gözlerinin önünde, kırk günlük bir cana kıymışlardı. Kırk günlük bir bebek, dünyanın gerçekliğine çarparak, odanın içinde paramparça olmuştu. Yüzümü dayadığım duvarın soğukluğunu, iliklerime kadar hissettim, nefesim duvara değil içime vurup bana dönüyordu. Yengemin sessiz çığlıkları o gün tüm Şengal’i yıktı. Şengal’in molozlarının altında ölen bir dünya yatıyordu. O an her şey donmuş gibiydi. Elimi silahıma götürmem ne kadar zaman aldı bilmiyorum ama öfkeden elime aldığım silahımla çıkıp savaşmak istiyordum. Saklandığım yerden çıkmak istiyordum. Kendimi zor tutuyordum. Bir süre öyle refleksiz yerimde oturdum, öfke nöbetlerine tutulmuştum. Sayılarının çokluğu beni durduruyordu. Çıkıp kullanmasını bile bilmediğim silahla onlara saldırabilirdim ve bunun kıyısındaydım. Kendimi kaybetmiştim ve donup kalmıştım. Olayın izi biraz hafifleyince düşündüm. Çıkmak ve saldırmak, bir tane bile olsa öldürmek ile hiçbir şey yapamadan, onların eline geçip oradaki kadınları bekleyen zulmü yaşamak arasında gidip geliyordum. Birini dahi öldürebilecek gücüm yoktu, bunu biliyordum.”
“Zorla yedirdiler”
Beritan biraz daha süre geçtikten sonra düşündü ve beklemeye karar verdi. Bu bekleyiş, IŞİD’ten intikam almanın kararının bekleyişiydi. O, kendi kendine intikam sözünü o duvarın arkasında verdi.
“Yengemin durumunu merak ettiğim için, tekrar odanın içine yengemin olduğu tarafa bakmaya başladım. Yengem yere çömelmiş, sessiz, yüreği gözlerini de alarak çıkıp gitmişti odadan. Araya saatler girdi yengem pozisyonunu hiç değiştirmedi. Bedeni oracıkta dondurulmuştu, ruhu bebeğini kucaklamış ve belki de çok uzaklardaydı. Bir süre sonra bir DAİŞ’li yengeme yemek getirdi, pirinç ve üzerinde et vardı. Yemeği getirdiklerinde yengeme göstermediler arkasından getirdiler. Bir başka DAİŞ’li gelip yengemin gözlerini kapattı. Yemeği getiren DAİŞ’li yengeme yemeği zorla yedirdi. Yemeği yediren DAİŞ’li sonra ‘bebeğinin eti güzel mi’ diye sordu. Yengem sorulanı anlamamıştı, aslında söyleneni duymamıştı o yoktu artık.”
Her şey gerçekti
Bir anneye onun bebeğinin etini yedirmek nasıl bir şey, bu nasıl yapılır ve söylenir, nasıl dinlenilir, nasıl yazılır? Eğer tüm fermanlar inanca ya da ulusa yapılmışsa, kırk günlük bir bebek dünyaya gelirken hangi inançtan ya da ulustan olabilir? Bebeklerin inançları nedir? Bir insan dünyaya gelirken hangi ulustan ya da inançtan olacağının kararını verebilir mi? Şengal’de dilden dile anlatılan, fermanın en vahşi, aşağılık olan yanı, bebeklerin annelerine yedirtilmesi meselesinin, gerçek olduğunu Beritan’ın gözlerinin şahitliğinden anlıyorduk. Bir insanın aklının, vicdanının, ahlakının almayacağı bu vahşeti yapmışlardı. Bebeğin öldürülmesiyle her yanımızı kaplayan acının, duygunun mislice ağırı yerleşmişti yüreğimize, tüm hücrelerimize. Bir süre ara verdik Beritan ve kendimiz için. Beritan’ın bu zulüm için karar kıldığı öfkesini ve kinini artırmak bizim için de geçerliydi. Beritan bir süre sessiz kaldıktan sonra tekrar kaldığı yerden anlatmaya başladı.
“Aldığım karar o esnada çıkmamak üzerineydi, içimde yeşeren öfke ve intikam yüreğimi ve tüm bedenim kaplamıştı. Ben artık öfkelerimin ve intikamımın annesiydim. Ferman buydu işte, aklımızın almadığı, anne ve babalarımız anlatırken bir filmi anlatılıyor dediğimiz. Film değil gerçek ve hatta bir filmden çok çok daha fazlası olduğunu yaşayarak öğrenmiştim. Tünelde ikinci gündü ve o gün yaşadıklarımın ağırlığını üzerimden bir türlü atamıyordum. Günün sonuna gelmiştik, tünelin ağzına kadar gittim, güneşe bakmak istedim ama güneş batmıştı, dışarısı çok tekin değildi ve hiç durmadan hemen tekrar içeri girdim. Bugün olanlardan sonra DAİŞ’lilerin ne olduklarını anlamıştım. Vahşet ve barbarlık içeren her şeyin tanımıydı. Tünelin sonuna tam ulaştığım da arkamda tünelin girişinde sesler duydum. O esnada kalbim duracaktı. Sesler gittikçe yakınlaşıyordu. Ayak sesleri geliyordu. İki kişi olabilirdi, bana iki değişik ses gibi geldi. Kendi aralarında konuşuyorlardı, bir şeylerden bahsediyorlardı fakat tam olarak ne söyledikleri anlaşılmıyordu.”
Susuz iki gün
Tünelin sonuna kadar giden ve en köşesine sokulan Beritan, nefes bile alamıyordu. Sadece ayak seslerinden birilerinin tünelin ağzına kadar geldiklerini anlıyordu.
“Aklımdan birçok soru geçiyordu. ‘Acaba şimdi ne yapacaklar, içeri girerler mi, belki benim gibi zayıf biridir ve tünele girebilirse ne olur’ gibi sorular bir anda hücum etmişti. Elimi silahıma götürdüm, olur da girerlerse ne olursa olsun vuracaktım, sonuna kadar direnecektim. Sonra tünelin içine doğru bir ışık yaktılar, ellerinde tuttukları fenerle tünelin içini kontrol ediyorlardı. Fenerin ışığı hemen ayaklarımın dibine kadar geliyordu ve daha yukarısına gitmiyordu. Bir süre bakındıktan sonra içeride bir şey olmadığına karar verdiler ve fenerlerinin ışığı kayboldu. Tekrar sesleri geldi, yürümeye başladılar ve gittikçe sesler uzaklaşıp gitti. Beni görmemişlerdi. Kurtulmuştum. Saklanışın ne kadar süreceğini bilmiyordum ama bir yolunu bulup, dağlara ulaşmam gerekiyordu ve bunun için artık daha umutluydum. Heyecan ve korkudan çok terlemiştim ve bu benim susuzluğumu daha çok arttırmıştı.”
Kadınları alıp gittiler
Koskoca iki gün geçmişti. “Tam bir ömür gibi” diyerek tanımlıyor Beritan, üçüncü gününe girmişti.
“Yüzlerce DAİŞ’li Suka Kevn’de kaçırdıkları binlerce Êzidi kadını ve erkeği ne yapacaklardı? Dışarda ve evlerde tutulan insanlara ne olacağını merak ediyordum. Acaba hepsi yengemin kırk günlük bebeği gibi mi olacaktı ya da başka bir şey mi başlarına gelecekti? Korku ve belirsizliği birlikte yaşamak çok çekilmez bir duyguydu. Ben yine delikten bakmaya başladım. Kadınlar olduğu yerde duruyorlardı. Herkes ürkek ve benim gibi ne olacağını merak ediyordu. Belki de artık ne olacaksa olsun bu işkence bitsin diyenler de vardı. Kimseye yiyecek ve içecek bir şey verilmemişti. Herkes aç ve susuzdu. Öğleye doğru içeriye DAİŞ’liler doluşmaya başladı. Bütün kadınları kaldırdılar ve dışarıya doğru götürdüler. Evde kimse kalmadı. Bir an evin her yeri sessizleşti. Dışarda sesler vardı ama o seslerde gittikçe uzaklaşıyordu. Bu durumdan istifade, gidip su ve yiyecek bir şeyler bulmak için yerimden çıkmayı düşündüm. Tekrar etrafı dinledim, hiç ses yoktu.”
Mutfak dolabında saklandı
IŞİD’liler evde ne varsa toplayıp çıktı. Tünelden mutfağa geçen Beritan, dikkati sayesinde yakalanmaktan kıl payı kurtuldu.
“Gittiklerine tam emin olduktan sonra yerimden çıktım ve mutfağa gittim. Mutfağa girdiğim gibi dışardan sesleri geldi ve sesler eve doğru yakınlaşıyordu. Mutfaktan çıkmam mümkün değildi, çıktığım gibi beni göreceklerdi. Mutfakta saklanacak yer aradım. Muftağın dolapları vardı. Hemen bir dolaba saklandım. Seslerinden Onların da mutfağa girdikleri anlaşılıyordu. Tezgahın üstünde tüm yemekleri topluyorlar gibiydi. İçine girdiğim dolabın yanında aynı ona benzer bir başka dolap daha vardı. İçlerinden biri yanımdaki dolabı açtı, içinden bir şeyler aldı ve dolabın ağzını kapattı. İkinci bir hamle olarak benim bulunduğum dolabın kapısını açacağını düşündüm. O esnada o kadar çok korktum ki kalbim duracak sandım. Hızlı atan kalbimin sesini duyacaklar diye korkuyordum. Neyse ki dolabın ağzını açmadı. Mutfaktan topladıklarını alıp çıktılar. Seslerinden iki kişi olduğu anlaşılıyordu. Dolap da seslerini duyuyordum. Sonra evden çıktılar, sesleri tamamen uzaklaştı. Uzaklaştıklarına emin olunca dolaptan çıktım. Hızlı hızlı yiyecek bir şeyler aradım, kuru ekmek buldum ve biraz su alıp koşarak saklandığım tünele gittim. Biraz karnımı doyurduktan sonra, yengemi bulmayı ve onu da bir biçimde onların elinden kurtarıp, dağlara gitmeyi düşündüm. Tünelden çıktım. Evin dışarıya bakan kapısından gizlice bakındım, etrafta nöbetçiler vardı. Kadınlar yolun kenarında sıralanmışlar ve tek sıra halinde otobüslere dolduruyorlardı. Kadınların çığlıkları, gitmemek için direnişleri bir destana dökülse tüm dünya kadınların o halinden utanırdı.”
“Dere kıpkızıl akıyordu”
Beritan, evden çıktı ama dışarıda gördükleri daha korkunçtu. Terk edilmiş bir dünyada ceset ve kandan başka bir şey yoktu.
“Evin kapısından yavaşça sürünerek çıktım. Eve yakın bir dere vardı. Evin yan tarafında olan bir duvarın dibine iliştim. Bir duvar arası bulup kademe kademe dağa çıkan yola ulaşmam gerekiyordu. Yengemi kurtarmam mümkün değildi artık. Tüm kadınları otobüse bindirmişlerdi. Erkeklerde yolun kenarında sıraya dizilmişlerdi. Dereye yakın olan bir evin bahçe duvarının en kuytu köşesine ulaşıp, orada saklandım ve bir süre onları izledim. Bir süre orada kaldıktan sonra DAİŞ’linin gittiğine emin oldum. Sessizce ilerleyip dereyi tam görebileceğim bir yer buldum. Derenin içinde kafamı kaldırıp dereye baktığımda gördüklerim korkunçtu. Akan derenin içi öldürülmüş insanların cenazeleriyle doluydu. Dere kıpkızıl akıyordu.”
“Dere ferman günü de akıyordu”
Beritan o an, eliyle yakınlarında olan o dereyi işaret etti. Dere göz mesafemizdeydi. Çok değil, yedi sene önce cesetlerle dolu olan, kıpkırmızı akan o derenin suyu topraktan dolayı bulanıklaşmıştı. Beritan o dereyi eliyle işaret edip, “Bakın dere şurada çok büyük değil ama ferman öncesi ve ferman günü de akıyordu bu dere. Şimdi suyu azalmış, çocuklar kendilerine havuz yapmış ve içinde eğleniyorlar. Olanlardan bihaber nasıl yüzüyorlar” dedi. Suyun içinde, bir sürü erkek çocuğu, güle eğlene, toprakla karışmış su da yüzüyorlardı. Ferman günü yolun kenarında kafası kesilip dereye atılan insanlar, onların belki babası, dedesi, abisi, dayısı, amcası, komşusuydu. Ferman öncesi kimse bu suya girmezdi, ferman sonrası bir süre insanlar bu sudan uzak durdu. ‘Acılar ve yaşanmışlıklar yürekte iz bıraktıktan sonra, akan suyla akıp gidermiş’ derler. İşte böyle bir şeydi.
Beritan’ın anlattığı yer, yolun kenarında, dağın eteklerine doğru kavis çizmiş bir küçük su göletiydi ve aşağılara doğru su kanalına dönüşüyordu. Suyun toprak rengini aldığı ve berraklığını kaybettiği bir küçük dereydi. Mahcup bir duruşu vardı. Êzidiler ‘su ve toprak bize yapılanları görünce, bir süre mahcup kaldılar, bereketleri azaldı, su ve toprak insan kanına dayanamaz’ diyorlardı.
Beritan, derenin başında olanları anlatırken, olayların geçtiği yerleri bir bir işaret ederek anlatmaya devam ediyordu.
“O gün kafasının kesileceğini bilen Êzidi erkeklerinin isyanı, çığlığa dönüşmüştü. Bazıları ise kaderine razı olmuş gibi sessizce satırın altına başlarını yatırıyorlardı. O gün biz Êzidiler ihanete uğramıştık. Kafası kesilen o erkeklerin yarısından fazlası Saddam’a askerlik, KDP’ye peşmergelik yapmıştı. Buna rağmen, KDP onların ellerinden silahlarını almış, onları DAİŞ’in zulmüne terk etmişti. Irak askerleri zaten DAİŞ’i duyar duymaz ortalıktan kaybolmuştu. İşte bizi korumanın en somut hali o gün fermanda yaşananlardı. Biz Êzidiler herkesin askerliğini yaptık ama kendimizi korumasını öğrenmedik. O gün o erkeklerin ve kadınların ellerinde silahlar olsaydı, kendilerini korumasını bilselerdi, ferman bizden binlerce can alamazdı. İhanetin biz Êzidi toplumuna verdirdiği bedeli ve bizde yarattığı boşlukları ferman sonrası öğrendik.”
Her yer ceset doluydu
Beritan her anlatımının sonunda fermanın koşullarını ve IŞİD’e ihanetiyle yardım edenleri yad etmeden geçemiyordu. Yaşananlar küçük bir kız çocuğunun duygusuna, gözlerine, hislerine çok çok fazlaydı. Beritan, o yaşında hayatın acımasızlığıyla tanışmış, başlarına gelenlerin ne anlama geldiğini öğrenmişti. Kimsenin ona söylemesine gerek yoktu. Gözleri, yüreği onun şahitliğinden geçmişti. Beritan, bir bilge edasıyla yaşadıklarını anlatmaya devam ediyordu.
“Derenin kenarında bir süre saklanmak istedim fakat insanların feryadından kaynaklı duramadım ve duvarın dibinde sürünerek ilerledim. Su boyunca, evlerin duvarlarının dibinde saklanarak gittim. Bir süre sonra suyu takip etmek ağır geldi, insan kafalarını suda görmek korkunçtu. Bakamıyordum, bakışlarımı kaçırıyordum. Etrafımı kolaçan etmek için kafamı kaldırıp baktığım da gözüme ilk ilişen derenin kan kızıl akıntısı ve içindeki insan kafalarıydı. Bu bana çok acı veriyordu. Bir süre sonra oradan ayrıldım. Evlerin içinden dağlara giden yolu bulmaya çalıştım. Uzaklaşmıştım ama gittiğim yerde dere ve yol kenarı görünüyordu, insanları kafile kafile dereye doğru götürüyorlardı. İki gece, üç gün tünelde kaldıktan sonra Suka Kevn’i arkamda bırakmıştım. Derenin kenarında olan hiçbir şeye müdahale edemezdim ya da otobüslere doldurdukları kadınları durduramazdım, hiçbirine gücüm yetmezdi. Bir tek yapabileceğim kendimi kurtarmaktı. DAİŞ’liler beni yakalarsa beni öldüreceklerini biliyordum. Kurtulacağıma dair umudum hep vardı. Bir yere kadar gelmiştim. Saklana saklana lofaların yakınına kadar gelmiştim. DAİŞ’liler lofaların girişine kendi bayraklarını asıyorlardı. Bir taşın arkasına saklandım, bir süre orada kaldım, korkudan onlara bakamadım. Son gördüklerim beni ürkütmüştü. Korkudan titriyordum ve kafamı kaldıramıyordum. Üç kez çıkmaya yeltendim ama her defasında onları görüyordum. Lofalardan, Suka Kevn’e ve Şengal’e kadar bir sürü DAİŞ’li vardı. Onların gideceği yoktu. Kaldığım yerde beni bulabilirlerdi. Yavaşça kaldığım yerden uzaklaşmam gerekiyordu. Saklana saklana dağın yamacına ulaşmaya çalışıyordum. Kardeşimin bebeği için getirdiğim sütü ve yine etrafta yiyecek ne bulmuşsam onları yanıma almıştım. Dağda suyun olmayacağını düşünerek, bir bidon su da almıştım. Ayrıca babamın silahı vardı. Yüküm ağırdı. Ağaçlık bir alana ulaşmıştım ve kimseler beni görmemişti. Ağaçlık alanda saklandım. Bir süre sonra DAİŞ’liler Qandil’den gittiler. Bende kendimi dağlara vurdum.”
Yarın: Fermanın tanıklığı: Kınalı saçlarından yuva yaptım -4-
Saçlarını özgürlüğe uzattı