Baharlı yaşama özlem

“Omzunu yaslayabileceği, içini dökebileceği, yükünü paylaşabileceği tek bir yüreği bulsa belki o da bırakacak kendini. Biraz olsun yükünü hafifletecek.”

DERSÎM MÎRZA

Şehba - “Bak hava ne güzel, biraz dışarı çıkmayalım mı?” diyorum. Evin olmayan penceresinden bakıp bana dönüyor: “Baharlı yaşamı ne kadar özledim bir bilsen…”

Önce yaşam enerjisi dolu dolu olan Nurî ile tanıştım. Sonra onun rehberliğinde kendimi Şehba’nın ara sokaklarında buldum.

Sonra yeni yaşamlarla…

Dokunmanın, hissetmenin gerektiği yaşamlarla…

Emine…

O da birçok yaşlı Kürt kadını gibi yaşını bilmeyenlerden.

Ömrü zamanı öyle bir sıyırıp geçmiş ki; çocukluğun, gençliğin nasıl geçtiğini fark etmeden yaşlanmış.

Sadece kendi ömrünü değil; eşinin, çocuklarının da ömrünü omuzlarında taşıyarak zamanı geride bırakıp yol almış…

Tam hatırlamıyor ama; “takriben on beş yaşlarında olmalıyım, ailemin evinden çıkarılıp evlendirildiğimde. Oyun gibi geliyordu bana, hala da o günler oyun gibi kaldı zihnimde…” diyor.

Emine ananın üç oğlu var. En büyükleri dört yıl önce eşini ve çocuklarını alıp Rojava’dan ayrılmış. Diğeri iki çocuğu ile birlikte yanında kalıyor. Emine ananın tabiri ile; ‘bir gariban.’

En küçüğü ise Aras.

Aras dört yıl önce çeteler tarafından kaçırılarak bir buçuk yıla yakın tutsak edilmiş. Öylesine vahşi işkencelere maruz kalmış ki, insan yalnızca bir kere dikkatsizce bile baksa yapılan işkencenin dozajını fark etmemesi imkansız.

En hafif işkencenin izi belki de naylon eritilerek yakılmış olan kulağındaki izdir…

Hem de kenarı köşesi değil tam ortası.

En ağırı ise hiç oturamayacak düzeye getirilecek kadar olan vahşetin izi…

Bunlar bizlerin görebileceği işkence izleri. Aras’ın ruhundaki, benliğindeki izleri görebilmek için gözlerinin derinliğinde yok olup onunla her an her saniye yaşadıklarına tanık olmak, yaşamak zorundayız.

Aras, onca işkencenin sonunda bir daha kendine gelemiyor.

Konuşamıyor, kendini anlatamıyor, korkuyor.

Kendini, aklını yitiriyor…

Aras’ın yaşadıklarını kaldıramayan baba Faris’in de ruhunda şiddetlenen ağrılar başlıyor. Efrîn işgal edilip göç yollarına koyulduklarında ise artık o da kendini, aklını yitiriyor.

Bir Emine ana kalıyor ayakta.

Bir Emine ana dirayetli, direngen…

Belki de öyle olması gerektiğini bildiğindendir.

Omzunu yaslayabileceği, içini dökebileceği, yükünü paylaşabileceği tek bir yüreği bulsa belki o da bırakacak kendini. Biraz olsun yükünü hafifletecek.

Emine Ana’yı böylesi derin bir yolculuğa çıkartıp acılarına acı kattığımı fark ettiğim anda, o sözler döküldü ağzımdan:

“Bak hava ne güzel, biraz dışarı çıkmayalım mı?”

Nefes alsın istiyorum.

İçini döksün…

Birkaç dakika bile olsun başka şeylerden söz etsin…

Yaşamdan, dışarıda yaşanan bahardan, insanın ruhunu açan çiçeklerden, yaşam coşkusuna eşlik eden kuşlardan…

Harabe evinin önündeki geniş yeşil araziye gidip papatyaların ortasında oturuyoruz.

O konuşuyor, ben ise sadece susuyorum.

Anlatımındaki akış bozulmasın, kendisini baharın güzelliğine vermişken bir an bile olsun o güzellikten kendini alıkoymasın diye…

Dinliyorum:

“Bahar güzel bir mevsim. İnsan bu yeşilliğin üzerinde oturmak istiyor ama zihnim rahat değil. Aras hasta eşim hasta; sürekli onları düşünüyorum. Evimize, memleketimize dönseydik, ne güzeldi. Yemek için ekmeğimiz olmasaydı ama biz memleketimizde uyuyabilseydik. Toprağımızın üzerinde yaşayıp ölseydik. Buralarda kendi ailemden tek bir kimse dahi yok.

Her sabah kalkar kalkmaz ağlıyorum. Etrafımda kuşlar dışında hiçbir şey görmüyorum. Onları gördüğümde kendimi öyle yalnız hissediyorum ki, oturup yeniden ağlıyorum. Şimdi her şeyden mahrumuz. Tek bir an bile kendimi buraya ait hissetmiyorum.

Şimdiye kadar hiç bu yeşilliğin üzerine gelip oturmamış, keyfini çıkartmamışım. Bu kadar yakın olmasına rağmen bunu yapmadım. Ailenin bütün yükümlülüğü benim omuzlarımda. Bu yaşıma rağmen evin tüm işlerini yapıyorum. Hastalıklarım olmasına rağmen yapıyorum çünkü yapmak zorundaydım.”

Etrafındaki çiçekleri toplayıp bir araya getiriyor ve onları göstererek sözlerine devam ediyor:

“Bak şunların manzarasına, ne kadar güzeller. İnsanlar da tıpkı bu çiçeklerin tomurcuklanıp açması gibi dünya denilen alemde filizleniyor. Çiçekler bir zaman sonra, vakti geldiğinde yapraklarını döküyor ve solup gidiyor.

İnsan da öyledir…”

Öyle güzel anlatıyor ki, yaşamış olduğu baharları. Çocukluğunun, gençliğinin, anne olduğu demlerin baharını anlatıyor.  Anlatırken dahi özlem kokuyor. Bir çiçeğin tomurcuklanmasını, çiçek açmasını, yenilemesini; boy vermesini öyle güzel anlatıyor ki; insan diyor sanki tekrar tekrar yaşıyor her şeyi. Kırktan, elliden fazla bahar yaşamış, görmüş geçirmiş. Her bir bahar yüreğinde başka bir tomurcuklanmış, filizlenmiş, bahar olmuş da; şu birkaç yıldır cennetinin bedenine çöken zebaniler yüzünden yüreğindeki bahar çiçekleri can çekişip durmuş.

Emine ananın ruhunda ne bahar ne de yaşam anlamını yitirmemiş de; “baharlı yaşama özlem duyuyorum be yavrum” demekten de kendini alıkoyamıyor.

Uzun bir sohbetin ardından ayağa kalkıyor. Torununun elinden tutup yeşilliğin içinde dolanarak çiçeğin, çayırın kokusunu içine çeke çeke yürüyor.

Biliyor şimdi o güzel memleketi ceberutların elinde inliyor, can çekişip; ateşler içinde yanıyor. Buna rağmen Efrîn’de yaşadığı onlarca güzel baharı, baharlı yaşamı unutmak istemiyor. O baharlı yaşama olan özlemi de yüreğinde tutarak yoluna devam ediyor…

İçerde baharlı yaşamları ellerinden alınmış bir çocuk ve eş onu bekliyor…