Şiddet algısına karşı değişim gücümüz var – ANALİZ

Katliamların hesabını soracağız, failleri ifşa edeceğiz. Elbette şiddet bir an veya bir günle sınırlı değil, bu yüzden mücadeleye bu ruhla devam etmeliyiz. Huzurlu bir yaşam ve ortam hissedene kadar durmayacağız.

ZÎLAN VEJÎN

Kadınlar, örgütlenerek, kendilerini eğiterek, kendilerini koruyarak ve demokratik bir toplum inşa ederek 25 Kasım'a doğru yürüyorlar. Bu, belirlenmiş bir gün, ancak her gün, her an, tüm toplumlarda ve ortamlarda kadına yönelik şiddet işleniyor.

25 Kasım vesilesiyle, hayatın ve çalışmanın her alanında kadınlar çeşitli sloganlarla etkinlikler düzenliyor, bir araya geliyor, tartışmalar yapıyor ve programlar hazırlıyor. Her buluşmada, etkinlikte ve şiddete karşı tutumda hem kadının hem de toplumun bilgisi ve bilinci derinleşiyor ve gelişiyor. Her ülkede, şehirde, ilçede ve köyde kadınlar, kendi durumlarına göre politikalar belirliyor ve güne yönelik planlarını yapıyor. Şiddete karşı etkinliklere katılabilen her kadın için büyük bir güç ve cesaret kaynağı oluşuyor. Elbette şiddet sadece bir olay ya da yaşam anı değil, bir bilinç ve yaşam biçimi haline gelmiş durumda ve açık ya da gizli biçimde her alanda kadınlara karşı işleniyor. Dünyamızı ruhsal, duygusal ve fiziksel yıkıma, hatta yok oluşa iten bu bilinç, her şeyden önce evde, sokakta, okulda, iş yerinde vb. kadına yönelik şiddetle başlıyor ve bunu her yerde korkusuzca, kaygısızca sürdürüyor.

En yaygın şiddet biçim ailede yaşanıyor

Şiddetin en derin, en uç, en zorlu ve en gizli biçimleri, kadının en yakınındakiler tarafından ev ve aile içinde işlenir. En hesap verilemez ve çoğu zaman suç olarak dahi görülmeyen biçimi ise aile içi şiddettir. Kadına en yakın olan ve toplumsal meşruiyet atfedilen baba, kardeş, eş ve akrabalardan kaynaklanır. ‘Namus’ kavramından beslenir; ev, mal, eş, kız kardeş gibi olgular üzerinden tanımlanır ve bu nedenle kadın, susmaya, konuşmamaya, kabullenmeye zorlanır. Muhafazakâr ve cinsiyetçi zihniyet tarafından kadına yüklenen bu zorunluluk, ailenin ‘namusunu’ koruma baskısı ile pekiştirilir. Kadın güvenilmez bir birey olarak görülür, hiçbir hakkı olmadığı düşünülür çünkü değerli kabul edilmesinin tek yolu kontrol altında tutulmasıdır. Bu nedenle suskunluk ve çaresizlik ilk seçenek gibi dayatılır. Evdeki erkeğin niteliği, dayanağı ve kaynağı ne olursa olsun, şiddeti meşrulaştıran bilinç çoğu kez devletin bilincine ve sistemine dayanır. Çünkü birçok toplumda yasa ve uygulamalar bu eylemleri cezasız ya da hesapsız bırakır, böylece devlet, erkek şiddetinin sürmesine göz yumar. Devleti ayakta tutan temel dayanaklardan birinin, devletin yapıcı, büyüme ve genişleme gücü gibi gösterilen ev ve aile içi düzen olduğu kabul edilir. Bu düzen sorgulanmadığında devlet, var olan iktidar ilişkilerini istediği gibi sürdürebilir. Bu nedenle en önemli mücadele, aile zihniyetine karşı verilmelidir. Kadınların her gün hem ruhsal hem de fiziksel olarak katledildiği aile anlayışına karşı. Bu anlayışta kadın bir mal gibidir; bir sahibi vardır ve kendi evi ile ailesi üzerinde söz hakkı yoktur. Devlet politikaları da öncelikle kadının evde, işte ve dışarıda nasıl ve neye göre yaşayacağı üzerine şekillenir. Bu aile zihniyetini aşmak ve dönüştürmek için ideolojik bir mücadele verilmesi zorunludur.

Şu ana kadar hiçbir devlet, özellikle kadınların en çok katledildiği İran, Afganistan, Türkiye, Pakistan ve Sudan gibi ülkelerde, kadına yönelik şiddet konusunda doğru ve resmi istatistikler yayınlamamıştır. Bu hem devletin bilincinden hem de aşırılığa dayanan mezhepçilikten kaynaklanmaktadır. Bu ülkelerde örgütlenen ve faaliyet gösteren insan hakları kurumlarının da konuya ilişkin doğrulanmış istatistikleri yoktur. Çünkü mevcut yasalar çerçevesinde hareket etmek zorundadırlar. Devletlerin anayasalarını okuduğunuzda, kadın-erkek eşitliğiyle ilgili birçok madde vardır, ancak bu maddelere bağlılık yoktur ve bunlar adeta formalitedir, demokrasileri sayfalarcadır. O yasaların yazdıklarının özü, o bilincin kendisidir. Mahkemeler ve savcılar aynı zamanda hükümleri belirleyenlerdir. Adaletsizlik yasasını uygulayan bilincin, hiçbir kadın katilini sorumlu tutması ve cezalandırması imkansızdır. Bir kadını katleden her erkek, devletin arkasında olduğunu bildiği için devletten cesaret alır.

Bilim ve teknoloji gelişirken şiddet neden artıyor?

Ancak güncel istatistiklere göre her gün en az üç kadından biri katlediliyor ve şiddete maruz kalıyor. Neden bu kadar çok katliam ve intihar var? Hukuk, eşitlik, demokrasi, özgürlük ve insan haklarından bu kadar çok bahsedildiği bir çağda, kadınlar ve toplum neden bu kadar yıkıcı bir durumla karşı karşıya? Bilim ve teknolojinin bu kadar ilerlediği bir çağda, neden bu kadar çok katliam, taciz, tecavüz ve kaçırılma var? Toplumun her bireyi, özellikle de erkekler, bu soruları her gün kendine sormalı ve toplumun ve kadının gerçeklerine göre cevaplar vermelidir. Bu zihniyet yalnızca kadınları katletmiyor, çünkü intihar eden erkeklerin durumu da artık tehlikeli bir boyuta ulaşmış durumda. Erkekler hem kadınların ve doğanın katili haline geliyor, hem de kendi kendilerinin katili oluyorlar. Erkeklerin şahsında var olan mevcut sistem ve zihniyet, insanların ruhunu intihara sürüklüyor. Artık sorun yalnızca kadınların yaşadığı durum değil, bu iğrenç şiddet ve katillik, kendini de yok ediyor. Bunu önlemek için en küçük hücreden başlayarak aile içinde düzenlemeler, değişiklikler ve dönüşümler gerçekleştirmek gerekiyor.

Üçüncü Dünya Savaşı'nda Selefiliğin artan tehdidi

Üçüncü Dünya Savaşı da toplum ve insanlık hayatında birçok çatlak ve derin yaralar açmıştır. Bu savaşın kalıntıları, göç, yoksulluk, açlık ve insana değer vermeme, yaşamın en belirgin şiddeti olarak kendini dayatmıştır. Umutsuzluk ve yaşamdaki heyecansızlık, insanlarda sınırsız bir şiddet yaratmıştır. Yaşamın maneviyatı kalmadığında, yaşamın istikrarı olmadığında insanlar bozulmakta ve şiddete yol açan bir zihniyet yaratılmaktadır. Bu, toplumda savaşı, ırkçılığı, cinsiyetçiliği ve mezhepçiliği derinleştirmekte ve iktidarlar arasında çatışmayı, savaşı ve rekabeti artırmakta ve maddi dünyayı anlama ve manevi dünyayı zayıflatma fırsatı yaratmaktadır. Bu ideolojilerin en önemlisi, kadınları katlederek, kaçırarak ve doğayı yağmalayarak gerçekleştirilen şiddettir.

Alevi, Dürzi ve Filistinli kadınların ve halkın son dönemde karşı karşıya kaldığı ağır tablo, bölgedeki savaşın bir sonucudur. Bu savaşın etkisiyle radikal İslamcı yapılar bölgede hızla örgütlenmiş, Taliban ve HTŞ gibi çeteler iktidara taşınmış ve bu cihatçı örgütlerin temel amacı, kendi zihniyetlerinin bölgeye hakim olmasını sağlamaktır. Aynı zamanda Avrupa'da sağcı eğilimler önemli ölçüde gelişmekte ve toplumda kadınlar şahsında çok ciddi bir tehdit yaratılmaktadır. Kara çarşaf modeli, İslam’a ve Allah’a inanmanın bir göstergesi ve kabulü olarak sunuluyor. Örnekleri her zaman bir yerlerde ön plana çıkmaktadır. Bunun bir örneği Rojhilat Kürdistan'ın Ban şehrinde yaşanmıştır. Bunun bir örneği de Rojhilat Kürdistan’ın Banê kentinde yaşandı. 500 Selefi, kadınları kara çarşafla birer merasim unsuru gibi sergiledi. Bu mezhepçi, ırkçı ve cinsiyetçi bilinç her yerde işlemektedir. O dönemde Güney ve Rojhilat Kurdistan’daki en büyük tehlike Selefi örgütlerin büyümesiydi. Bu örgütler, farklı kültürleri, inançları ve ritüelleri ortadan kaldırıyordu. Êzidî, Dürzi ve Alevi kadınların başına gelen de buydu çünkü bu kültürü ve inancı sürdürenler de kadınlardır. Zamanla, siyasal İslamcı örgütler kadın özgürlük mücadelesi karşısında genişliyor. Bu tehlikeyi gören her kadın, bu tür örgütlerden uzak durmalıdır, çünkü onlar da sistemin tuzaklarıdır.

Madde yoluyla gençler değerlerinden uzaklaştırılıyor

Irak’ta Şii İslam’ın mezhepçi anlayışı, cinsiyetçilik ve erken evlilik uygulamalarını meşrulaştırmak için Şeriat yasalarını onayladı. Türkiye’de Narin Güran ve Rojin Kabaiş katliamları, bu devletlerin gerçek yüzünü gözler önüne serdi. Devlet, gençleri yozlaştırmak için uyuşturucu kullanımını bir politika aracı olarak da kullanıyor. İnsanları akıllarından, duygularından ve reflekslerinden mahrum bırakarak sistemin tuzaklarına itiyor, uyuşturucu dağıtarak ve kullanmalarını sağlayarak gençleri değerlerinden uzaklaştırıyor ve anlamsızlaştırıyor. Uyuşturucu, gençler için günlük bir ilaç haline geldi ve onları sistemin pençesinde eritiyor. Yoksulluk ve sosyal dışlanma da gençlerin varlığını ve potansiyel liderlik yeteneklerini anlamsızlaştırıyor. Bu koşullar altında en çok şiddeti gençler işliyor. Durum, İran’da ve birçok başka ülkede de benzer bir tablo sergiliyor.

İran ve Afganistan gibi ülkelerde kadınlar zaten her türlü şiddet ve yasakla karşı karşıya. Bu ülkelerde kadınlar, hakları ve yaşamları için eşi benzeri görülmemiş bir direniş ve mücadele sergiliyor. Afganistan’da kadınlar için penceresiz odalar inşa edilmesine karar verildi. Kız çocuklarının eğitimi altıncı sınıfta sınırlandırıldı ve cinsiyete dayalı zihniyet nedeniyle üniversiteye gitmelerine izin verilse bile ekonomi, sağlık, siyaset, mühendislik ve daha birçok alanda ilerlemeleri engelleniyor. Hiçbir kadın, yanında bir erkek olmadan sokağa çıkamıyor ve zaten bir peçeyle kaplı durumda. Bu durum, başlı başına kadınlar için derin ve içsel bir şiddet biçimini oluşturuyor.

Cezaevleri şiddetin merkezi haline geldi

Afganistan’a komşu olan ve kendisini bu ülkeden daha ileri gören İran, kadınlar konusunda benzer eylem ve politikaları uyguluyor. Kadınlar tutuklanıyor, işkence görüyor, katlediliyor ve sınırsızca infaz ediliyor. Cezaevleri, kadınlar için birer şiddet merkezi haline getirilmiş, burada uygulanan yöntemlerle kadınların bastırılması ve korku duvarı örülmesi amaçlanıyor. Ne var ki, bu politikalar bugüne kadar herhangi bir sonuç vermedi. Qerçek Cezaevi’nde kadınlar, kötü, sağlıksız ve yoksun koşullar nedeniyle yaşamlarını yitiriyor ve devlet bu ölümleri örtbas ediyor. Cezaevleri, kadınlar için hem şiddet hem de psikolojik yıkım merkezine dönüştürülmüş durumda. Rejimin en zayıf olduğu dönemlerde öfke ve nefretini kadınlara yönelten devlet, her gün onlarca kişiyi infaz etmeye devam ediyor. Nidâmetgeh gibi bir yeri insanları bastırmak ve politik yaklaşımı belirlemek için kullanılıyor. Tüm bu uygulamalar, kadının varlığına yönelik açık saldırılardır. Kadının her alandaki varlığı politik bir varlık olarak görülüyor ve kadınların özgürlük, eşitlik ile demokrasi talepleri bir tehdit olarak algılanıyor. Rejim, İran’daki kadınların toplumda isyan, değişim ve liderlik potansiyeline sahip olduğunun farkında. Bu nedenle kadınlara yönelik şiddeti artırmaya ve meşrulaştırmaya devam ediyor. Buna karşılık kadınlar, tüm dayatmalara rağmen büyük bir güç ve kararlılıkla direniyor ve mücadeleye kararlılıkla devam ediyor.

Doğanın yok edildiği yerde kadın ve hayat da yok oluyor

Ancak günümüzde tehlikeyi ve şiddeti artıran durumlardan biri de çevre krizidir. Devletin politikaları nedeniyle ormanlar yok edilmekte, barajlar, kaynaklar, nehirler ve göller kurumakta, savaşlar ve kimyasal silah kullanımı ise tüm canlıların yaşamını tehlikeye atmaktadır. Bu durum, kadınların yaşam yükünü daha da ağırlaştırmaktadır çünkü günlük hayatta tüm yük çoğunlukla kadınların omuzlarındadır. Doğanın yok edildiği yerde, kadınlar ve yaşam da yok edilmektedir. Bu nedenle, kadına yönelik şiddetle mücadele, farklı yöntemler ve çeşitli faaliyetlerle çevre tahribatına karşı yürütülecek geniş bir mücadelenin parçası olmalıdır. Kadınların etrafında, emek ve sevgiyle örülmüş, yeşil ve bereketli bir çevrede yaşam ise hem anlamlı hem de örgütlüdür.

Kendi kendimizin efendisi olacağız

Erkek egemen zihniyetin aksine, kadınların birçok bağımsız kurumu, örgütü ve hareketi vardır. Örgütlü ve bilgili kadınlar, kendilerini korur ve kendi yaşamlarını yönetir. Kürdistan’da, “Jin, Jiyan, Azadî” felsefesinin ruhuyla, her türlü şiddete karşı mücadele yürütülmelidir. Hak ve adaleti yalnızca kanundan ve devlet yargısından beklemek yerine, kadınlar birleşmeli, örgütlenmeli, kendilerini savunmalı ve yaşam kararlarını özgürlük anlayışıyla almalıdır. Nasıl düşündüğümüzü, nasıl yaşadığımızı ve ne yaptığımızı kendi özgürlük anlayışımıza göre belirleyeceğiz. Kendi efendimiz biz olacağız; varoluşumuz cinsiyetçi bir aile için değil, demokratik bir toplum için anlam taşıyacak. Kadınların tarihsel bir rolü, liderliği ve toplumsal sosyalleşmesi vardır. Özgür kadının kurtuluş ideolojisinin ölçütleriyle, kadınlar irade, tutku ve yönetimle kendi geleceklerini belirleyeceklerdir. Şiddete karşı en önemli güç, öz eğitim, bilgi ve yaşam tarzıdır. Her kadın bunu varoluşun ölçüsü olarak görmeli ve temel almalıdır. Ne kadar çok mücadele edersek ve erkek bilincinde o kadar çok değişim yaratabilirsek, sistem o kadar dönüşecek, koruma sağlanacak ve yaşam, kadınlar ile doğa kendi doğal akışında ilerleyecektir. Erkek egemen ve baskıcı bilinç, yalnızca ruhumuza, bedenimize ve aklımıza şiddet uygulamakla kalmaz, aynı zamanda tüm insan yaşamı ve diğer canlılar için de tehdit oluşturur.

Yerel kimliğimiz kadar küresel kimliğimizde var

Öncelikle, büyük tarihi değerlere, başarılara ve fırsatlara sahip Kürt kadınları olarak, tüm bunların mücadele eden tüm kadınların eşsiz fedakarlıklarıyla inşa edildiğini, bu mirasın üzerinde kimlik ve örgütlenmeyle yerelden küresele taşındığımızı biliyoruz. Yerel bir kimliğimiz olduğu kadar, küresel bir kimliğimiz de var. Bu, kadın yaşamı ve özgürlüğü felsefesi üzerine inşa edilen Kürt kadın özgürlük hareketinin mücadelesinin karakteristiğidir. Kadınlar olarak her şeyden önce tek bir kimliğimiz var. Dünyanın dört bir yanında aynı bilinçle karşı karşıyayız. Ancak örgütlenme ve birleşme konusunda büyük bir güce kavuştuk. Bu barış ve demokratik toplum sürecinde, bu güç ve umutla, şiddetin olduğu her yeri barışa ve özgür yaşam alanına dönüştürmek gerekiyor. Kendimizi evlerde, okullarda, köylerde ve şehirlerde korumak için örgütlenmek gerekmektedir. Mücadele ve çalışmalarımızda, yaşamlarımızı kolektif anlayış ve toplumsal bilinç temelinde örgütlemeliyiz. Barış ve demokratik toplum sürecinin hedefine ulaşmak için bunlar temel görevlerimizdir. O zaman güvende olabiliriz.

Her günü mücadele gününe dönüştürmeliyiz

Katledilenlerin hesabını soracağız, kendimiz savcı olacağız ve katilleri açığa çıkaracağız. Devletin kadınları yasakladığı, engeller çıkardığı ve cinsiyetçi bir zihniyet dayattığı her alanda komünlerimizi örgütleyeceğiz. Özgür kadın zihniyetiyle hayatı yaşamalı, siyasette, hukukta, eğitimde, bilimde, diplomaside, ittifaklarda ve hayatın her alanında var olmalı, demokrasi ve özgürlük kavramlarını hayata geçirmeliyiz. 25 Kasım vesilesiyle tüm kadın hareketleri, örgütleri ve kurumları programlarını ve etkinliklerini açıkladı, her gün faaliyetlerde bulunuyorlar. Elbette şiddet bir an veya bir günle sınırlı değil, bu nedenle mücadeleye devam etmeli ve bu ruhla hareket etmeliyiz. Huzurlu bir yaşam ve güvenli bir ortam hissedene kadar durmayacağız.

*KJAR Yönetimi