Toplumsal Sözleşme kendini yaratan ve savunan kadın gerçekliğiyle mümkündür-1
Kadınlar kollarını, ayaklarını, ellerini onlarca yerinden bağlayan, kördüğüm olan yönleri göremezse, çözemezse bırakalım koşmayı yürüyemez bile. Toplumsal sözleşme kadın özgürleşmesinde, özgürlüğe giden yolda koşmaktır.

ELİF MERCAN
“Ana tanrıça ve aşk tanrıçalarının diyarında bin yılların kaybettirdiği özgürlük ve eşitlik gücüyle, kadın merkezli çalışma ve savaşımında güzellik ve zekânın yeniden yaratılacağına, var olanın yeni toplumsal sözleşmeyi hayata geçirecek kadar özgüce kavuşacağına dair umut ve inancımı belirtirim.” (1)
Kadın tarihinde hiçbir toplumsal sözleşme, anlaşma, kanun, hukuk, yasa, ahlaki norm, tabu-totem adına ne dersek diyelim asla mücadelesiz, emeksiz ve bedelsiz olmamıştır. Ne oluşumu ne ifadesi ne yazımı ne paylaşımı ne de yaşamsallaşması. Kadınların 21’inci yüzyılda geliştirecekleri toplumsal sözleşme de mücadelesiz bir olgu olmayacaktır. Kadınlar mücadeleyle kazandıkları ya da kazanmak istedikleri değerleri, kültürü sözleşme ile kalıcılaştırmayı hedefliyorlar. Kadının kadim yasa koyma geleneğinden vazgeçmiyor kadınlar. Kendilerine, xwebûnlarına rağmen konulan yasalara başkaldırıyor, onlarla mücadele ediyorlar. Bu anlamda kadının toplumsal sözleşmesi her şeyden önce bir mücadele çerçevesidir. Bu mücadele çerçevesinin tarihsel ve güncel anlamına erebilmek için kadınların tarihinde sözleşmenin yeri ve anlamına biraz eğilmemiz gerekecek. Kadının toplumsal sözleşmesi ya da toplumla sözleşmesi dendiğinde, yakın yüzyıllarda kadınlar tarafından yazılan bazı metinler, öneriler, belgeler gelir aklımıza ilk önce. Ancak sözleşmenin dile ya da akla gelmeyen arka planı çok köklü bir tarihtir, yazısız ve belgesiz olsa da ya da yazılı ve belgeli hali çok eksik olsa da. Aslında binlerce yıl boyunca kadınlar toplumla birçok sözleşme oluşturdular. Yazısız tarihe mal olmuş ve söylencelerde izine rastladığımız kadının yasa koyucu olma hakikatine göz atmamız lazım. Oradan günümüze kadar iz sürüp gelmezsek kadın sözleşmelerinin sahip olduğu tarihselliği derinden hissedemeyiz.
“İlk toprağın kadının olması, ilk yasaların kadınlar tarafından yapılması kadının üstünlüğü inancını getirdi… Aynı zamanda cezalandıran da odur. Vermek için hep kurban isteyen, doymak bilmeyen topraktır. İlençleri hastalık, kısırlık, kuraklık, kıtlık getirir, Büyüleriyle en güçlü erkekleri içten yıkabilir. Koyduğu yasalara uymayanların vay haline! Koyduğu yasalardan biri de ''ana- yanlı soy" yasasıdır. Yasaları sözlüdür (yazıdan önce), işte bunun için söz çok ama çok önemlidir, söz canlıdır.” (2)
Belki de kadın yasaları, kadın anayasası değil de kadının toplumsal sözleşmesi denilmesinin sırrı da ‘‘sözün canlı’’ olmasındandır. Kanunların, yasaların, anayasaların yüzyıllardır katledilip gömülen kadınlığın mezar taşı yazıları kadar bile bir anlamı kalmadı 21’inci yüzyılda. Oysa yazı öncesi toplumlarda kadın eksenli gelişen yazısız ‘doğal sözleşme’ geleneği hâkimdir ve bugün de birçok toplumun özellikle doğu toplumlarının hala etkili bir karakteridir. Belki de bundandır ana tanrıçalık kültürünün kadında yeniden canlandırılmasını önemseyen Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 3 Ocak 2001’de kadının toplumsal sözleşmesini tüm dünya kadınlarına önermesi. Önemli olan yasaların yazılı olması değildi önemli olan yasaların hangi değerler sistemine dayanan otorite tarafından nasıl yaratıldıklarıydı. “O günlerde yazılı yasalar, yazılı yargı ve kararlar yok. Silah yok. Var olan tek şey tanrı-ananın sihirli soluğu ve sözleri, tek güç bu… Cezaevi, dayak, işkence anaerkil toplumda yok. Bu nedenlerle kişilerin ceza görmelerinden çok zararlı olmamaları için önlemler alınması, eğitilmeleri önem kazanıyor. Sözlü yasalarla sınırlar belirleniyor.” (3)
Güçlü bir sözleşme örneği de İnanna’nın 104 Me’sidir
Kadınların binlerce yıllık emekle yaratıkları birçok zanaatın-sanatın, erdem ve özelliğin toplamı olan ve günümüze kadar önemli bir kısmı tabletler üzerinden ulaşan güçlü bir sözleşme örneği de İnanna’nın 104 Me’sidir. Me’ler yasalardır, kanunlardır aynı zamanda. İnanna’nın uğruna amansız bir mücadele verdiği yasalar, kadın değerleridir. Binlerce yıllık yazısız tarihte yaratılmış Sümerlerde yazıya geçirilmiş olan erdemler, kanunlardır. Sümer tabletlerinde geçmiş olması onları sadece Sümerlere ve yazılı erkek egemen akla ait kılmaz. Bu yasalar, kadınların buğdaygillerde, el değirmeninde, teşîde, köy ve tarım devriminde on binlerce yılda ilmek ilmek dokudukları sanatlarıdır. Sanatlarının, emekle yarattıkları değerlerin kurumlaşmış ifadesidir. Bu nedenle Kurnaz Tanrı Enki tarafından İnanna’nın şehri Uruk’tan çalınıp Eridu’ya kaçırıldığında İnanna gözü karaca onları kurtarmak için hareket eder. Amansız, zorlu bir uğraş ve mücadeleden sonra, bin bir engeli aşarak bu değerleri, ME’leri tekrar kendi şehri Uruk’a ulaştırmayı başarır. ‘‘İnanna şahsında dağ kraliçesi, “Benim kutsal ‘me’lerimi geri ver” dediğinde, burada neolitik tarım devriminin yaratıcısı olan kadının inkâr edilen yaratım değerleri, uygarlık araçları ve hakkının istendiğini de biliyoruz. İnanna’nın kolay teslim olmayan, akıl dolu mücadelesi de hayranlık uyandırmaktadır.” (4)
Kadınlar toplumsal tarihin neredeyse yüzde 98’lik bir kısmında toplumsal yaşamda yasa yapan, yasa koyan ve yasaların uygulanmasından sorumlu konumdaydılar. Çocuk emzirmenin süresi ile ilgili yasaları düzenlemekten tutalım, erkekle cinsel ilişkinin zaman ve biçimine, hayvanların kutsanması ve kesilmesinin yasaklanmasından tutalım doğayı kutsayan ve koruyan yasalara kadar hepsinin mimarı kadınlardı. Neolitik sonrasındaki süreçlerde de çok uzun bir süre daha kadınların yasa koymada belirleyici olduklarını söyleyebiliriz. Örneğin “Mısır'da tahta geçiş gibi miras hakkı da anadan kız evlada geçmekteydi. Toprak gibi devredilmez mülklerin ana-yanlı yasaları bütün Mısır'da kesindi. Kadın yaşarken kocası mülkü ya da toprağı kullanır, kadın ölünce kızı ya da kızının kocası kullanma hakkına sahip olurdu. Erkek firavun olduğunda da asıl varis karısı olduğu için tahtta oturabiliyor, karısı öldüğünde kızına ve kızının kocasına geçiyordu taht.” (5)
Tanrı-ana döneminde ve ondan sonraki, uzun dönemlerde hâkim olan ana soylu-ana yanlı hukuk ya da yasalara pek çok örnek vermek mümkün. Ancak bu yazının sınırları var ve biz ancak birkaç örnekle yetineceğiz. Bu ana yanlı, kadın eksenli hukuk-yasa kadın etrafında gelişen toplumsal sistemin doğal bir sonucu. Her toplumsal sistem, yaşam kendi ahlaki yasalarını sonrasında da hukukunu oluşturmuştur. Tanrı ana inancının hâkim olduğu toplumlarda da kanunlar kadın eksenli gelişmiştir. Ataerkil ideolojinin üretimi ve kendisini sınıf, devlet ve iktidar odaklarının çekirdeği olarak örgütlemesinden sonra kadın etrafında yaşam ve toplum yıkılmıştır. Bu yıkıma paralel kadın yasaları ya da kadının toplumla sözleşmesi de zorla yıkılmıştır. Ve kadınlara, çocuklara, gençlere aslında tüm topluma iktidar eksenli ataerkil ahlak yasaları ve devlet hukuku dayatılmıştır. Ahlakın yıkımı ve erkek egemenlikli aklın-hukukun hâkim kılınması süreci, toplumsal tarihte başlı başına incelenmesi gereken bir dönemdir. Bu dönem kadınların direnişleri ve isyanlarıyla doludur. Tanrı ananın sözünün gücü, canlılığı ağır darbe almış ve erkek aklın donuk enerjisini taşıyan ölü sözlerle yeni bir hukuk inşa edilmiştir. Aslında kadın bedenleri, şehirleri ve değerleri üzerinde yükselen hukuk anlayışı da denilebilir buna.
Beş bin yıllık amansız saldırı karşısında kadın da amansız direnmiştir
Kadının doğa ile kendisi ve erkekle, toplumuyla yarattığı ve yaşattığı sözleşme kültürü yıkılınca tek ayaklı, topal bir ‘sözleşme’ açığa çıkmıştır. Bugüne kadar topallayarak gelen bu ‘sözleşmenin’ barındırdığı tecavüz kültürü, gasp, talan, yalan, ikiyüzlülük, kandırma ve daha pek çok ahlaksızlık yakın yüzyıllarda kadınların amansız mücadeleleri ile deşifre edilmiştir. Kutsal evlilik törenlerinin inkârı ve katli üzerine inşa edilen sahte evlilik sözleşmeleri buna en çarpıcı örnektir. Kadınlar tüm olguların özündeki, ruhundaki enerjiyi sezmiş, hissetmiş ve öyle bağ kurmuşlardı. Toplumla sözleşmelerinin kaynağında da bu bağ kurma şekli hâkimdir. Ancak ataerkil ideoloji birçok olgunun ruhuna, özüne kastederek, tecavüz ederek tek yanlı bir bağ kurmuş ve aslında ilişkilendiği her olguyu katletmiştir. Bu nedenle aslında ataerkil hukukun ataları sayılan sözleşmeler de modern hukukun kendisi de öldürdüklerinin mezar taşlarına yazılanlardan ibarettir. Katlettiklerini gizleme şifreleridir. Özünde ne hak vardır ne adalet. Sadece katledilen adaleti ve hakkı gizleme formülleri, kodlarıdır. Tüm bunlarla bağlantılı olarak kadının toplumsal sözleşmesine; yitirilen tüm toplumcu ve özgürlükçü değerlerin yeniden canlandırılması mücadelesi diyebiliriz. Kadına karşı erkek egemenliğinin beş bin yıllık amansız saldırısı karşısında kadın da amansız direnmiştir. Bu direniş ahlak-hukuk ya da sözleşme-kanun çelişkisi olarak da dillendirilebilir. Bu çok keskin ve zorlu geçen bir mücadele sürecidir.
Bu mücadele süreci maalesef kadının yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Bu da kadının kendi kimliği ve özüyle toplumla sözleşmesinin bozulmasına yol açmıştır. Ana kadının yasaları tümden hükmünü kaybetmemiş olsa da artık kadın yasa koyucu ve yasaların uygulanmasını denetleyici değildir. Toplumsal tarihin son beş bin yılı aynı zamanda kadının toplumla sözleşmesine dair hafızayı adım adım unutturma, yok sayma ve silme tarihidir. Erkek egemen akıl, kadının toplumla özgürlük temelindeki sözleşmesinin uygulanmaması için her yolu mubah gördü. Başta mitoloji olmak üzere dini, felsefeyi ve bilimi kadının yasa koyucu gücünü kırmak için, ana soylu hukuku silmek için kullandı. Toplumsal tarihin son beş bin yılını erkek egemen aklın kanunlarıyla yönetti. Ana yanlı hukuk yerini zamanla devlet hukukuna bıraktı. Artık bireyin, farklı toplumsal kesimlerin, kadınların özgürlüklerine dair tek bir yasayı bile devlet hukukuna geçirmek çok ağır bedeller isteyen bir mücadele gerektiriyordu.
Kadının toplumsal sözleşmesi nedir ya da ne olmalıdır? Kadınların ve erkeklerin yaşamlarını belirleyen yasalar nelerdir? Kaynakları nedir, kültür, din, erkek egemen zihniyetin sistemi ataerkillik nedir? Kim koydu bu yasaları? Hangi yasa hangi amaçla belirlendi? Daha da önemlisi belki, konulan kurallar ya da yasaklar, görevler nasıl yasa haline geldi? Bu yasa haline gelme süreci kadınların hayatlarında belirleyici önemde olan tüm yasaklar, görevler, tabular için çok detaycı ve meraklı kadın aklı tarafından masaya yatırılmayı hak ediyor. Özgürlük tutkumuz aynı zamanda ahlaki duruşumuzsa; hayatlarımızı ipotek altına alan, dolap beygiri gibi birkaç olgu etrafında çeviren, namus, sevgi, bağlılık, kutsallık, din, kültür, gelenek adına bize sonu gelmeyen görevler yükleyen, yaratıcı enerjimiz karşısında bentler yükselten tüm yasaları masaya yatırmalıyız. Yatırmalıyız ki toplumsal ve bireysel varoluşumuza denk, kendimiz olmamıza ve özgür varoluşumuza yol açabilecek yasaları kendimiz belirleyebilelim ve toplumla sözleşmemizi yapabilelim. Bu anlamda kadının toplumla özgürlük temelinde sözleşmesi her şeyden önce kadın esaretini ve binlerce yıllık köleliğini yaratan yasaları, kanunları tanımayı ve onlardan sağlıklı bir kopuşu, boşanmayı ifade ediyor. “Modern dünyada yaşayan kadınlar için eril doğanın belli ölçülerde entelektüel kurallar koyma, yasalaştırma, sınır belirleme gibi son derece önemli gölge ve katmanları vardır. Bu eril nitelikler kadınların içgüdüsel psişik karakterlerinden dişi doğalarından çıkanlarla aynı şekilde ya da aynı tonda çıkmaz.” (6)
Toplumsal Sözleşme kadın özgürleşmesinde, özgürlüğe giden yolda koşmaktır
Kadınlar kollarını, ayaklarını, ellerini onlarca yerinden bağlayan, kördüğüm olan yönleri göremezse, çözemezse bırakalım koşmayı yürüyemez bile. Toplumsal sözleşme kadın özgürleşmesinde, özgürlüğe giden yolda koşmaktır. Bunun için önce ayakta durmayı ve yürümeyi öğrenmeliyiz. Bunun için bağlarımızı çözmeliyiz. Bu bağların adını koyup, tek tek çözmeliyiz, çözülmeyenleri kesip atmalıyız. Özgür kalmalıyız ki varoluşumuzla toplumsal özgürlük arasında bir sözleşme oluşturabilelim. 18’inci ve 19’uncu yüzyıllardaki hemcinslerimiz bunun farkına vardılar ve mevcut yasaların, yasakların ve kanunların, gelenek ve göreneklerin, toplumsal baskının kadının elini ayağını nasıl bağladığını keşfettiler. Bu nedenledir ki, sundukları kadın hakları savunusunda diğer deyimle toplumsal sözleşmesinde neyi istediklerinin ve talep ettiklerinin son derece farkındaydılar.
Dünyanın değişik bölgelerinde kadınlar değişik formlarda direndiler, haklarına, toplumsal özgürlük ahlakına sahip çıkmak için ağır bedeller ödediler. Toplumsal hafızanın, ahlakın yaşaması, her zaman direnişin ve var oluşun kaynağı olmuştur. Bu nedenle tarih boyunca gelişen her kadın direnişini, kadının toplumsal sözleşmesinin bir adımı, gelişimi olarak değerlendirmek çok önemlidir. Ancak yazılı ve yazısız tüm sözleşmeler kadın aleyhine ve kadın köleliğini geliştirmek amaçlı son derece kurnazca hazırlandığı için kadınlar kendi adlarına söz söyleme, toplumla sözleşme cesaretlerini uzun dönemler kaybettiler. Bu cesaret Fransız devrim atmosferinde yeniden doğdu. Fransız devrimi sürecinde kadınlar kendi haklarına ilişkin arayışlara girdiler. Düşüncelerini daha cesur ifade etmeye başladılar. Aslında ana tanrıça kültünün yazılı belgesi sayılabilecek İnanna’nın 104 Me’sini yeniden canlandırmak istediler diyebiliriz. Erkek egemen akıl bu Me’lerle kadınların arasına binlerce yıl ve sayısız engel koymuş olsa da kadının toplumsal hafızası dirilmiştir. Ve kadınlar kadınla toplumun sözleşmesiz yaşayamayacağını içgüdüsel olduğu kadar bilinçlenerek de öğrenmişlerdir. Bunun için de kadınların temel insan haklarını ve toplumla nasıl ve hangi ilkeler üzerinde yaşayacaklarını sade ve kararlıca belirttiler.
Dünyanın değişik ülkelerinde neredeyse 200 yıldır devrimlerde yer alan tüm kadınların emeğini bir nevi toplumla özgürlük temelinde sözleşme yenileme mücadelesi olarak okuyabiliriz. Rusya, Vietnam, Küba, Nikaragua, Meksika, Güney Afrika, Filistin, Cezayir, Tunus, Kürdistan ve daha pek çok ülkenin devrimlerinde yaşanan çeşitli deneyimler kadının özgürlükçü temelde erkekle ve toplumla yeniden sözleşmesiydi. Son iki yüzyıldır, Olympe de Gouges’dan itibaren kadınların özgürlük için en ağır bedelleri göze alarak toplumla yeniden sözleşme mücadelesi günümüze kadar kesintisiz devam ediyor. Olympe de Gouges ‘‘Kadın darağacına çıkma hakkına sahiptir, aynı ölçüde konuşmacı kürsüsüne çıkma hakkına da sahiptir’’ sözleriyle kadınları eşitsizliğe ve sadece annelik görevlerine mahkûm eden eski toplumsal sözleşmeyi reddederek özgür kadın iradesiyle toplumla sözleşme ilkelerini canı pahasına belirleme kararlılığını sergiledi. Gerçekten döneminin ilerisinde bir kadın beynidir Olympe ve bunun farkında olarak “benim zamanın gelmemiş” demektedir. Olympe’nin kaleme aldığı Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi Eylül 1791’de Fransız Millet Meclisinin yasa çıkarması için yayınlanmıştır. Kadınların hukuki, politik ve sosyal alanda eşit kılınmasına dair öneri ve görüşlerin yer aldığı sözleşme döneminin kadın mücadele ruhunu yansıtmıştır.
De Gouges’in kaleme aldığı bildirge yasalar karşısında eşitliği talep eder
Fransız Devrimi yaşanmaktadır. Fransız devrimi kadın öncülüğünde gelişmesine ve binlerce kadın bu devrimde yer almasına rağmen 26 Ağustos 1789’da ilan edilen, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde yer alan hak ve yükümlülükler sadece reşit vatandaşlar yani erkekler için geçerliydi. De Gouges’in kaleme aldığı bildirge kadınların yasalar karşısında eşit sorumluluk sahibi olmasını, erkeklerle kadınların ortak görevlerini, siyasete ve yasaların oluşturulma sürecine birlikte katılmalarını ve kadınlar açısından daha pek çok hayati konuda kadınların kendi iradeleri ile katılım göstermelerini talep etmektedir. Ve kadınları “gerçekleri gizlemeye zorlayan barbarca ön yargıları” (7) eleştirmektedir. Bu bildirge kadın tarihindeki temel dönüm noktalarından birini oluşturmuştur. Kendisi kadın haklarının savunusu adına idama kadar giderek ardılı binlerce kadına özgürlük, eşitlik ve adalet için ölümü göze alabilme cesaretini aşılamıştır. Kadına dayatılan biat kültürü yerine kurallarını, şartlarını ve ilkelerini kadınların belirlediği, önerdiği ve toplumun gündemine getirdiği sözleşme kültürünün gelişiminde belirleyici isimlerden birisi olmuştur.
“Bir süredir Avrupa’yı inceliyorum. Acaba bugünkü gelişmişlik düzeyinin temelinde hangi etkenler vardır. İncelerken karşıma çıkan tablo hayli dikkat çekicidir. Avrupa aydınlanmayla beraber biat kültürünü aşarak onun yerine sözleşme kültürünü geliştiriyor. Daha 1700’lerde bu kültür pek çok Avrupa toplumunda yer buluyor. Zamanla tüm Avrupa’da başat kültür haline geliyor” (8) tespitinde geçen 1700’ler kelimesini okurken aklıma ilk önce Olympe, Madam Roland ve Fransız devriminde yer alan, Paris Komününde savaşan binlerce kahraman kadın geliyor. Erkek egemen aklın acımasızlığıyla ve ‘‘barbarca önyargıları’’ ile şekillenen biat kültürü yani kölelik karşısında amansız bir mücadeleyle sözleşme kültürünü yaratan kadınlar geliyor aklıma. Bu anlamda Olympe De Gouges’in göze aldığı mücadele kadın köleliğinin aşılabilir olduğuna dair umudu yeşertiyor insanda.
Bu umudu “Artık kadınların yaşam tarzında bir devrim gerçekleştirmenin zamanı gelmiştir. Kadınlara yitirdikleri onurlarını geri vermek ve insan soyunun bir parçası olarak dünyanın dönüştürülmesine katkıda bulunmalarını sağlamak için geç bile kalınmıştır” sözleri ile yeşerten diğer bir isim de Mary Woolstonecraft’tır. Mary Olympe De Gouges’ten bir yıl sonra 3 Ocak 1792 yılında Kadın Haklarının Savunması adlı kitabını yayınladı. Bu kitabındaki düşüncelerinde Mary Wollstonecraft hükümeti, kadınları yeni anayasanın dışında tutması halinde Fransa'nın bir tiranlık olarak kalacağı konusunda uyarır. Tarih O'nu doğruladı. Kadının özgürlük temelinde sözleşmediği her sistem faşist, diktatör bir sistem olmaya mahkûmdur. Mary "Kadının ufkunu genişleterek güçlendirin aklını; körü körüne itaat sona erecektir, ancak, iktidar her zaman körü körüne itaate ihtiyaç duyduğundandır ki zorbalar ve şehvet düşkünleri, haklı olarak karanlıkta tutmaya çalışırlar kadını; çünkü bunlardan birincisinin tek istediği bir köledir, ikincisinin istediği ise elinde tutacağı bir oyuncak" sözlerindeki derinliği ile kadınların toplumla yeniden sözleşmesinin kadının onuru ve değerleri temelinde gerçekleşeceğini net ortaya koymaktadır. Bunun kadın devrimi ile gerçekleşeceğinin de farkındadır. Yani Mary’nin çıkışına da kölelik kültürüne karşı isyan ve sözleşme kültürünü geliştirme mücadelesi diyebiliriz rahatlıkla. 19'uncu ve 20'nci yüzyıllar boyunca da kadınların yürüttüğü mücadele, feminizmin gelişimi kadınların özgürlük talebi ve hak arayışı açısından önemli bir deneyim ve birikim açığa çıkardı. Bedeller ödeyerek ulus-devlet sınırları içerisinde kadınlar birçok konuda haklarını elde etseler de asıl özgürlük ve eşitlik sorunları devam etti.
Kadın hareketleri militanca mücadele edip kazanımlar elde etmeyi esas alırken, erkek egemenlikli sistemin son temsilcisi kapitalist modernite bu kazanımları ve örgütlenmeleri liberal bir noktaya çekerek devlete, kendi sistemine eklemleme çalışmasını muazzam bir biçimde yürüttü. Ulus devletler ve yine uluslararası sivil örgütlenmeler eliyle bu politika geliştirildi. BM bünyesindeki CEDAW Sözleşmesi de aslında böyle bir politikanın sonucu geliştirilmiştir. Yani kadınların öz emekleri ve direnişleri sonucunda açığa çıkan sonuçları BM çatısına yerleştirerek kendi denetimlerine almak istemişlerdir. Bu nedenle gelişen kadın direnişleri ve kazanımlarını sahiplenirken, bunun kapitalist ve erkek egemenlikli sisteme entegre edilen boyutlarını iyi görüp ayrıştırmamız önemlidir.
Dipnotlar:
1-Abdullah Öcalan-2001 yılı Görüşme Notlarından
2-Yıldız Cıbıroğlu- Kadının Yazısız Tarihi
3-Yıldız Cıbıroğlu- Kadının Yazısız Tarihi
4-Abdullah Öcalan-AİHM Savunması-I. ve II. Cilt
5-Yıldız Cıbıroğlu-Kadının Yazısız Tarihi
6-Clarissa P. Estes- Kurtlarla Koşan Kadınlar
7-Olympe De Gouges- Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi
8-Abdullah Öcalan-İmralı Görüşme Notlarından
Not: Bu yazı Jineoloji Dergisi’nin 2020 yılı Nisan-Mayıs-Haziran aylarını kapsayan 17’nci sayısında yer almıştır. İki bölüm halinde verilecektir. Dosyanın 3’üncü bölümünde yazarın konuya dair güncel yazısı yayınlanacaktır.