Neoliberalizmin feminizme müdahalesi: Projeci elit kast ve STK’cılık

Avrupa Birliği, BM dahil fon kuruluşları söz konusu kadın alanı olduğunda oldukça ‘cömert’ davranmaktadır. Bunun nedenini geri kalmış coğrafyaları ‘modernleştirmek’ mantığından çok daha kapsamlı bir tasfiye hareketi olarak incelemekte fayda var.

JİNEOLOJİ AKADEMESİ

Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) tanımı sözlükte “toplumsal sorunları bağımsız şekilde ele alarak, kamuoyunu bilgilendiren, aydınlatan ve buna yönelik öneri sunan kuruluşlardır” diye geçer. Bu anlamda sivil toplum kuruluşları devlet alanının dışında, devleti demokrasiye çeken bir işlevle tanımlanır. Toplumların kendi ihtiyaçlarından ortaya çıkan ve toplumun bizzat içinde yer alıp faaliyet yürüttüğü kuruluşlar olarak STK’ların belli bir rol oynadığı belirtilebilir. Ancak, bu alanın devletten bağımsız tamamen topluma dayanan “sivil” kuruluşlardan oluşmadığını, bizzat devletlerin desteğiyle veya girişimiyle kurulan STK’ların da oldukça yaygın olduğunu belirtmek gerekir.

Günümüzde ortaya çıkardığı sonuçlarla, STKların toplum içindeki rolü, bunların neye, nasıl hizmet ettiği üzerine birçok tartışma yürütülmektedir. Dolayısıyla, bu oluşumları ‘yararlı’ veya ‘demokratik alan’ veya ‘devlet güdümlü’ diyerek toptan kabul etme veya reddetmenin ötesinde, doğru şekilde tahlil edilip tasnif edilmesi gerekliliği yakıcı bir şekilde kendini hissettirmektedir. Zira her geçen gün daha derinleşen neoliberal politikalar ile STK’ların yerel ve evrensel düzlemdeki işlevleri daha fazla eleştiri konusu olmaktadır. Söz konusu olan neoliberal politikalar olunca STK’ların toplum karşıtı kuruluşlar olarak kullanıldığına dönük argüman, hem demokratik toplum alanı hem de akademik alan içinde her geçen gün daha fazla kabul görüyor. Bu eleştiriler sonucunda, sivil toplumculuk, STKlaştırma, STKcılık, projecilik gibi yeni kavramsallaştırmalar ortaya çıkmıştır. Özellikle Ortadoğu, Afrika, Asya, Güney Amerika gibi yeni sömürgecilik ve klasik sömürgecilik biçimlerinin iç içe yürütüldüğü coğrafyalarda, STK’ların ve bunlar eliyle yürütülen projelerin oynadığı rol, beslendikleri kaynak, ele aldıkları konu ve toplumla bağı daha fazla sorgulanmayı gerekli kılıyor. Buradan yola çıkarak, önce STK’cılığın gelişimine biraz daha yakından bakalım.

Projecilik ile sembolize edilen STK’ların faaliyetlerinin toplumsal arenada görünür kılınmaya başladığı hatta tek mücadele olarak sunulmaya, kadın hareketlerinden, ekolojik hareketlere, hatta emek hareketlerine kadar her platformda mücadelenin neredeyse tek yönetimi olarak sunulmaya başladığı dönem 1980’lerin başına denk geliyor. 1990’lardan itibaren ise artık biricik mücadele yöntemi ve alanı olarak lanse edilmeye başladı. Bu dönem aynı zamanda neoliberal politikaların erkek egemen sistemi beslediği, her şeyin sermayenin çıkarlarına göre belirlendiği döneme denk geliyor.

Toplumsal mücadelenin ekoloji, demokrasi, kadın özgürlüğü gibi yakıcı gündemlerine dair özel programlar ilan edilip, fonlar açılarak “üçüncü dünyayı demokratikleştirmenin ve özgürleştirmenin” yolu olarak batı’dan dünyaya ithal edildi. Birleşmiş Milletlerin 1975 yılında yapılan Birinci Dünya Konferansı’nda bu yılı “uluslararası kadın yılı” ilan etmesi ve kadınların eşitliği için bir hamle başlatması, STKcılığın kadın mücadelesi içinde yayılmasının başlangıcı olarak ele alınabilir. STK’cı bakışın en belirgin özelliği politikayı ve mücadeleyi ‘sivil toplum’la devlet arasındaki güç savaşı olarak kavramsallaştırması, cins, sınıf ve ulus çelişkilerinden arındırarak, bu alanı ‘özgürlüklerin kalesi’ olarak resmetmesidir. Hal böyle olunca kadın mücadelesinin kendisi de özü boşaltılarak, bir tarihsel dinamik olmaktan çıkarılmasına zemin hazırlayan görev gördü. Öyle bir hal aldı ki projesi olmayan, bir yerden fon almayan kadın kuruluşları ayakta kalamaz, kadınlar adına söz söyleyemez bir hale getirildi. Daha da feci olan Ortadoğu ve Latin Amerika başta olmak üzere eskinin ‘üçüncü dünya’ şimdilerin Küresel Güney coğrafyasında sistem karşıtı bir direniş damarı olan kadın mücadelesi, devlet-sistemin ‘yedek lastiği’ durumuna düşürüldü. Yani kapitalist modernitenin biricik ideolojisi liberalizme karşı yürütülen mücadeleyi silikleştiren bir konuma geldi.

Neoliberalizmin müdahalesi: STK’cılık

Son 20 yılda ivme kazanan kadın hareketlerini değerlendirirken, neoliberal politikaların uygulama alanı haline gelen STKların ve STKlar aracılığıyla yürütülen projelerin kadın hareketlerini pasifize etme, hareketin enerjisinin tüketildiği bir alan olma konumuna dikkat çekmekte yarar var. Özellikle Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler dahil fon kuruluşları söz konusu kadın alanı olduğunda oldukça ‘cömert’ davranmaktadır. Bunun nedenini geri kalmış coğrafyaları ‘modernleştirmek’ mantığından çok daha kapsamlı bir tasfiye hareketi olarak incelemekte fayda var.

Özellikle kadın hareketleri, feminist hareketler ve bunlara yönelik geliştirilen ‘proje’ ve ‘fon’ politikaları, ülkeler bazında ele alındığında ortaya çıkan sonuçlar, bizi tehlikeli sonuçlara götürüyor. Son 30 yıldır neoliberalizmin yeni fethetme ve kendi çıkarlarına koşma hamlesiyle feminist hareketlerin olumsuz anlamda büyük bir dönüşüm geçirerek; bağımlı, bireysel kurtuluşu esas alan, kadın eliyle kadını nesneleştiren tehlikeli bir sistemiçileşmenin parçası haline geldiği genel kabul gören bir görüştür. Kadın örgütlerinin mücadele konularını parçalı ele almak zorunda bırakması bir yana, sadece zaman ve çalışma yoğunluğu açısından bile bakıldığında mücadelenin bütününe yoğunlaşma imkanını ortadan kaldırdı. Bu da beraberinde kadın çalışmalarını politikasızlaştırma, hareketleri araçsallaştırmayı getirdi. Proje konusu etrafında bir araya gelen kadın grupları arasında kadın dayanışması, örgütlü mücadele unutuldu. Kendi projeleriyle uğraşan birbirinden kopuk gruplar, projeler sonucunda elde edilen sonuçları paylaşmak yerine bir üstünlük aracı olarak kullanmaya başladı. Bu da beraberinde bilginin iktidarlaşmasını, ‘elit bir kadın hareketi kültü’ ile sadece bu kesimin söylediğinin esas alındığı yeni bir iktidar biçimini doğurdu. Projecilik bir sektör haline getirilirken proje yazma, oluşturma prosedürünün karmaşık ve zahmetli hali ‘uzmanlar kastı’ yarattı.

Çoğu zaman bize büyük sıfatlarla sunulanlar, arkalarında bağımlı fon kuruluşlarının desteği olan kadınların iyiliği için hareket ettiklerini öne sürerken, bu iyiliğin ölçüsünün ‘koşullu-şartlı’ yani fon kuruluşlarının taleplerinin olduğu, en çok kadınlar adına söz söyleyen, kadınları nesneleştiren, bireysel kurtuluş yolunu gösteren bir karakter çizerken, STK’ların temsilcileri ya da bu projelerin yürütücüleri rol model ya da biraz abartılı bir deyimle kahraman olarak sunuluyor.

Ne tesadüftür ki genelde bu rol modeller, içinde bulundukları toplumun yaşam standartlarının çok üstünde yaşıyor, üzerinden ‘proje’ geliştirip fon aldığı toplumun yaşadığı mekanlardan ve kültürden uzak, daha çok fonu veren kurumların kültürünü yansıtan, onların mekanlarına özenen bir profil çiziyorlar. Bu profilde yer alanlarla Avrupa’da eğitim gördüğü veya en azından Batı dünyası ile sürekli ilişki içinde oldukları ya da yabancı bir dil bildikleri için kendilerinin daha ilerici, daha özgür ve daha iyi olduğunu düşünen yeni bir sosyal sınıf yaratılmıştır.

Bu hareket içinde bazı kadınlar feminizmin egemen sesi haline gelirken, bazıları da marjinalize olmuştur. Toplumsal cinsiyetin teknik bir terim haline gelerek liberal insan hakları söylemi içinde çerçevelenmesi bu süreçte gerçekleşmiş; kadın hareketlerindeki STK’laşmanın kazanan ve kaybedenleri de bu süreçte belirlenmiştir. Bu süreç sonuçları itibariyle, birbiriyle zıtlık içerisinde iki türlü kadın deneyimine yol açmıştır. Bürokratlara dönüşen aktivistler, feminist birikimlerini politika uzmanlığı için kullanırken; daha fakir kızkardeşler, onları piyasa yoluyla ulaşılacak hakların sahibi özgürleşmiş özneler olarak kuran toplumsal programların müşterileri haline gelmiştir.

Çoğu zaman bu profilin verdiği fotoğraflara yüreğimiz büyük bir ‘iyilik’ ile dolarak bakmış ve ‘helal olsun’ demişliğimiz bile olmuştur. Sarışın mavi gözlü ablamız Afrika’ya kurtarıcı olarak gider, atalarının sömürgeleştirdiği, köleleştirdiği kıtada bu sefer vicdan sömürgeye gelmiştir, elinde süt şişesi -ki muhtemelen oradaki süt şirketinin reklam yüzüdür-, kaburgaları sayılan kara çocuğu besler. 

Afrika’dan Latin Amerika’ya, Hindistan’dan Ortadoğu’ya STK’ların yeni sömürgecilikte önemli bir rol oynadığı ortadadır. On altıncı yüzyılda başlayan sömürgeleştirme sürecini hatırlarsak, günümüzde bu rol modellerin oynadığı rolün zamanında seferber edilen misyonerlerin rolleriyle paralellikleri görülebilir. Zira sömürgeleştirme hiçbir zaman sadece askeri ve ekonomik açıdan gerçekleşmez, gerçekleşmemiştir. Sömürgeleştirme aynı zamanda ideolojik olarak da gerçekleşir. Mesela, on altıncı yüzyılda Hristiyan misyonerler, halkın zihnini sömürgeleştirmede, direnişlerinin kırılıp yeni patriyarkal ve kapitalist toplumsal düzen içinde erimesinde yani asimilasyona mecbur bırakılmasında belirleyici rol oynadılar.

Modern sömürgeciliğin politik ve ekonomik boyutları olduğu gibi, bu boyutları oluşturan ve meşrulaştıran kültürel bir boyutu da vardır. 

Ulus-devlet süreciyle ortaya çıkan sömürgeci pratikler toplumsal cinsiyeti kendi şiddetini meşrulaştırma noktasında bir araç olarak görür. Örneğin, farklı tarihsellikler ve bağlamlarda, ezilen gruplar arasında var olan toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri bütün bir grubun geri kalmışlığının simgesi olarak kullanılmış, batılı ya da gelişmiş ülkelerin bu gruplara yönelik sömürgeci müdahalelerini meşrulaştıran bir araca dönüştürülmüştür.

Tabi tarih boyunca sömürgeleştirme politikaları için ‘beyaz adam’ her zaman yerli işbirlikçilere ihtiyaç duyar. Gel zaman git zaman ‘vicdan’ gösterilerinin o kadar ‘kar gütmediğini’ fark eden neoliberal foncular ‘yerli versiyonları’nı devreye koymaya başladılar.

Projecilikle yaralanan coğrafyaların kadınları

Proje formatına dönüşen ya da bizzat bu formatta kurulan-oluşturulan yapıların, hareketlerin kadın hareketlerini parçalara ayırmak, ayrıştırmak, rant alanına dönüştürmek, eylemsiz kılmak, tekelleşmek, sistem içileşmek, iktidar odağının ‘makul örgütlenmesine’ dönüşmek gibi bağlamından kopuk işlevler gördüğü tespitlerine dair örnekler ülke ülke incelendiğinde bolca mevcuttur.

Bu haliyle feminizm bir toplumsal hareketten ziyade bir proje haline gelme sürecinde, iktidar ve iktidarın kurumsal yüzü olan devletle kurduğu ilişkiler bağlamında protesto eden bir hareket olma niteliğinden uzaklaşmıştır. Nazan Üstündağ’ın da belirttiği gibi bu projeler genellikle sosyal ve ekonomik kapitali elinde bulunduran orta sınıf kadınların alt sınıf kadınlara farklı konularda bilgi ve beceri kazandırdığı eğitimler şeklinde kurgulanırlar. Böylelikle eğitimlere katılan kadınların belli konularda farkındalık kazanarak güçlenecekleri varsayılır.

Son 30 yıldır Latin Amerika’da bu kurumsallaşma neticesinde neoliberal fon akışı ile beslenen liberal feministler kadınların sesi, hükümetlerin ve uluslararası ajansların muhatabı haline gelirken, diğer kadın hareketleri görünmez kılınmıştır.

Kadın hareketlerinin 20 yıl öncesine kadar güçlü yaratıcı otonom, eylem karakterinde olduğu Hindistan’da son yıllarda tabandan kopuk, şiddete karşı biraz ortamı sulandırıcı aktivizm biçimleri; sosyal medya üzerinden hashtag’ler ve bloglar aracılığıyla birbirleriyle bağlantı içinde olan bireylerin parçalı manzarası, neoliberal feminizmin temel niteliği hakkında bize fikir veriyor. Şiddete, tecavüze, tacize maruz bırakılan kadınları incelenecek bir vakaya dönüştüren, nesneleştiren daha kötüsü, mağdurlar üzerinde kazanç sağlayan, proje-fon merkezli kadın aktivizmi kadın hareketlerinin içini boşaltan bir pratik olarak incelenmeye değer bir konudur. İşin ilginç yanı aynı Latin Amerika ve daha sonra açacağımız Ortadoğu örneğindeki gibi çoğunluğu Avrupa merkezli yetişmiş ya da en azından sömürge kültürünü benimsemiş modernliği batılı değerleri benimsemek olarak değerlendiren bu feminist çevrelerin Hindistan kadın hareketinin temsilcisi olarak muhatap alınması.

Arundhati Roy, Hindistan’daki kadın hareketlerine yönelik neoliberal müdahaleyi, “1970’lerde bilinç yükseltme gibi yatay örgütlenme biçimlerine sahip, tabandan gelen hareketler içeren, hiyerarşiyi ve bürokrasiyi reddeden feminist hareket, 1990’lara gelindiğinde kurumsallaşmış, eleştirdiği ve reddettiği bu özellikleri bünyesinde barındırır hale gelmiştir” diye değerlendiriyor.

Afganistan örneğinde ise daha acı bir tablo ile karşılaşıyoruz. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği Müslüman kadınları kurtarma senaryosu ile ABD’nin Afganistan’a yönelik işgal saldırılarını meşrulaştıran bir rol oynar. Bu senaryoya göre Afgan kadınlar ABD’nin askeri müdahalesi sonucu kendi hapishanelerinden ‘kurtulmuş’ ve ‘özgürleşmiştir.’

Gelinen aşamada sonuç ise STK’laştırmanın, toplumun ve özel olarak kadınların öz örgütlenmesine karşıt nasıl rol oynadığına Afganistan’daki tablo ibretliktir. Ülkede Amerikan işgali sözde ‘kadın özgürlüğü’ için yapıldığı şeklinde meşrulaştırıcı bir argümanla yapılmıştır. Avrupa’da eğitim gördüğü veya en azından Batı dünyası ile sürekli ilişki içinde oldukları için kendilerinin daha ilerici, daha özgür ve daha iyi olduğunu düşünen yeni bir sosyal sınıf yaratılmıştır. Batı restoranlarının, her türde kafe ve mağazanın, her yerden mantar gibi bittiği kendileri için özel olarak yaratılmış güvenli bölgede hareket eden, zaman zaman yürüttükleri projeleri zırhlı araçlar içinde ziyaret eden bu insanlar kendilerini, “geri zekalı” olarak gördükleri toplumun, geri kalanından fiziksel olarak da bütünüyle izole etmiştir. Taliban geri gelince, ülkeyi ilk terk edenler arasında yer alanlarda onlar olmuştur. Sınırlı projeleriyle Taliban’ın dönüşünü tabii ki önleyemediler ve şimdi de bütün yetenek, uzmanlık ve bağlılıklarını kendi toplumlarının değil bütünüyle Avrupa ve Amerikan devletlerinin yararına kullanıyorlar.

Filistin’i ise projeci STK’ların kadınların sorunlarını nasıl perdelediğini bizzat deneyimleyen Filistinli Akademisyen Islah Jad’dan dinleyelim. İslah, fon almak için kadına yönelik şiddeti gündem maddesi yapan grupların, bir sistem sorunu olmaktan çıkarılan erkek şiddetini tekil vakalar şeklinde sorguladığını, bu şekilde çatışmadan, İsrail işgalinden çıkan ve herkese şiddet uygulayan rejimi nasıl maskelediğini ele alıyor. İslah, ülkesindeki durumu, STK’laşma terimini, “tüm toplumu ilgilendiren sorunlara dönük çalışmaların genel bağlamdan izole edilerek birer projeye dönüştürüldüğü, bu sorunların altında yatan ekonomik, politik ve toplumsal nedenlere gereken önemin verilmediği süreçler” olarak tanımlayarak, bu sürecin “esas olarak bağımlılık, özgüven yokluğu ve yeni tüketim tarzlarını teşvik eden değerleri yaratan bir kültürel boyuta” sahip olduğunu belirtir.

Burada ayrıca incelenmeyi gerektiren bir diğer konu ise Vietnam, Nijerya, Bangladeş, Arjantin, Kenya, Hindistan başta olmak üzere 1990’lardan itibaren Küresel Güney’e salgın gibi yayılan mikrokrediler meselesidir. Küresel hegemonyanın finansal kurumu Dünya Bankası 1990’lı yıllarda yayınlanan raporunda, kadınların “kurtuluşu” için kadın erkek “fırsat eşitliği”nin gerçekleşeceği ve kadın emeğinin değerleneceğini ilan etti. Keza aynı kurum “eşitlik kârlılık getirir” sloganıyla 2012 yılını da “kadın yılı” ilan etti. Neoliberalizm, kendini esasen “bireycileştirilmiş ve depolitize edilmiş bir güçlenme politikası” olarak kuran projeci feminizmi araçsallaştırarak kadın emeğinin yoğun sömürüsünü sınırsızlaştırdı. Bunu yaparken de hem evde hem işte yoğun emek sömürüsü ve tam bir güvencesizlikle çalışmak zorunda bırakılan kadınların durumunu gözetmeden, kadınların güçlenmesinden “pazar ekonomisine eşit katılımı anlayan piyasacı bir feminizm” ile kadın emeğinin artan sömürüsüne meşruiyet sağlayan depolitize edilmiş bir “toplumsal cinsiyet eşitliği” söylemini kullandı.

Dünyanın her mahallesine sızan “kadınların güçlendirilmesi, iş ve aile yaşamlarının uzlaştırılması” ideolojik bombardımanı haline getirildi. Mikrokredilerle küçük işletmelerde ‘bireysel kurtuluşa’ yöneltilen kadınlar, aracı kurumlar ve aldığı kredinin borcunu ödemek için yüzde yüz bir sömürü düzeninin içine çekilmiş oldu. “Katılımcı kalkınma” söyleminin 90’lı yıllarda ulusal hükümetlerin, DB’nin, BM ajanslarının desteklediği kalkınma program ve projelerinin temel bileşeni haline gelerek düzen içi bir kavrama dönüşmesi gibi “kadınların güçlenmesi” de düzen içi bir kavrama dönüştü.  Sahadaki gerçek bunun tam tersi bir sonuca götürdü. Neoliberalizmin kar ve sömürü çarkının parçası haline getirilen kadınlar açısından yeni sömürü biçimlerinin oluşmasına neden oldu. Nepal, Vietnam ve Bangladeş’te mikrokredi kullanan kadınlar arasında yapılan araştırmalar, kredi ile borçlandırılan kadınlar açısından  geleneksel güç ilişkileri ve cinsiyet rolleri yeniden üretildiği tespiti yapılmaktadır.

Türkiye’de ise sivil toplum kuruluşlarının (STK) artması ve projecilik 1980 başlarına kadar uzanır. Projecilik evreninde, STK’lar eylemleri ve ulaşmaya çalıştıkları hedefleri kurumsal ve uzmanlaşmış bir dil kullanarak projelendirir olmuş ve “sosyal değişim” ekseninde kurulan söylemleri farklı kurum ve kuruluşlardan fon alabilmek için bu dille ifade etmeye başlamışlardır.  Türkiye’de 1990’lı yıllardan itibaren feminist gruplar AB, Birleşmiş Milletler ve diğer fon gruplarına proje yapmaya başladılar. 1980’lerle birlikte ivme kazanan feminist hareketlerin birlikte kurtuluş ve örgütlemeyi bir kenara bırakıp, parça parça fonlarla ‘bireysel kurtuluş’lara yönelmesiyle ve devletten talep eder hale gelen aktivist eylemleriyle Türkiye’de kadın hareketlerini kendi parçalı gündemleri içinde boğan ve eylemsiz kılan bir hal almıştır. Çünkü ‘projeci feminizm’ doğası gereği fon alan kuruluşlarla girdiği ilişkinin gereği olarak bağımlılık ilişkisi geliştirmekte ve son sözü bu kurumlar söylemektedir. Bu konuda Türkiye için verilecek en çarpıcı örnek Pazartesi Dergisi örneği olabilir. 1980’lerden sonra ivme kazanan kadın hareketlerinin bir birikimi olarak Pazartesi Dergisi kadın mücadelesi alanında yayın yapan bir dergi olarak 1995’te yayın hayatına başladı. AB’den alınan fonlarla çıkarıldı. Ve 19 Aralık 2001’de devletin cezaevlerindeki katliamını manşetine taşıdığı için verilen fon kesildi. Öz kaynakları yerine fona bel bağlayan dergi 2005’te ayakta kalması imkansız hale gelip kapandı. Günümüzde ise Türkiye’de, akademi, toplumsal cinsiyet eşitliği, şiddet dahil her alanda projecilik bir rant alanına dönüşüm durumda. Neredeyse kendi özgücü ile mücadele eden kadın kurumu yok denecek kadar azaldı. Feminist hareket içerisinde projeci neoliberal müdahaleye karşı itiraz sesleri her geçen gün yükseliyor.

Özellikle AB’nin üniversitelerde araştırma konularına verdiği fonların bolluğu, projeci kadın araştırmalarında 2000’lerin başından itibaren patlamaya yol açtı. Sonuç olarak sokaktan, asıl kadın gündemlerinden ve hareketlerinden kopan, yukarıdan bakarak ‘omdusman’ görevi gören bir elit akademik feminist çevre oluşturdu. Şiddete uğrayana çözüm olmak yerine, sonrasında neden şiddete uğradığı üzerine sözde sosyolojik araştırma yapan projeci feministlerin varlığı bugün Türkiye’de asıl kadın hareketini de rahatsız etmiş olacak ki, son dönemlerde ‘projeci feminizme’ karşı tartışmalar yükselmeye başladı.

STK’laştırma ile kadın hareketlerinin içini boşaltmak, boşaltamadığını itibarsızlaştırmak o da olmadı mı bu defa kendi kadın hareketini yaratmak, neoliberalizmin değişmez formülü olarak uygulandığı mekanlardan biri de Kürdistan’dır. 1990’larla birlikte yükselişe geçen Kadın Özgürlük Hareketi’nin etkisini kırmak için dört parçada ayrı ayrı STK’cı elit kadın aktivizmi oluşturuldu.

Güney Kürdistan’da Amerikan Üniversiteleri bu üniversitelerde açılan gender bölümleriyle ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ tartışmalarıyla akademik alana yapılan müdahaleleri bu kapsamda ele almak gerekiyor. Amerikan menşeyli üniversitelerde ‘modernleştirilmesi’ gereken kadınlara model olarak sunulan isimler, uluslararası arenada hiç tanımadıkları Güneyli kadınlar adına biricik söz söyleyen temsil eden olarak sunuluyor.

Yine kadına yönelik şiddetin en yüksek oranda seyrettiği, ‘namus’ adı altında öldürülen kadınlar için mezarlıkları oluşturulduğu, kendini yakma vakalarının en yüksek seyrettiği hatta kendi yakan kadınlar için ayrı bir hastanenin bile olduğu Güney Kürdistan’nın sadece Süleymaniye kentinde 120’yi aşkın kadınlar adına kurulu STK bulunuyor. Yine kadınların genital sakatlanmasına neden olan sünnetin en fazla olduğu yerlerden biri Güney Kürdistan’dır. Bu STK’ların devasa kadın sorunlarını ele alan ve çözüm üreten politikaları bulunmuyor. Uluslararası projelerden alınan fonlarla yapılan devasa bütçeli buluşmalar katılabilen küçük gruplar için tatil yapmaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Ki mutlu elit bir azınlık olarak beş yıldızlı otellerde ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ başlığı ile yapılan buluşmaları düzenleyenler ‘modern özgür kadın’ temsili olarak sunuluyor.

Bugünlerde ‘jin jiyan azadi’ sloganı ile başlayan kadın direnişine kaynaklı eden Doğu Kürdistan’da ise ‘diaspora’ adı altında Amerika ve Avrupa’da bir rant alanı olarak kadın mücadelesi ‘idol’leri yaratılıyor. Köklü bir direniş kültürünün olduğu Doğu’da Jina Amini’nin molla rejimi tarafından katledilmesiyle başlayan eylemlerdeki kadınların talepleri o kadınlardan değil onlar adına konforlu Küresel Kuzey’de ‘özgürleşmiş’ kadınlar tarafından dillendiriliyor. Burada sömürgeci kimliğin sömürgeyi perdeleme yaklaşımı da devreye sokuluyor ve öznesi Doğu Kürdistan olan ve buradan bütün İran haklarına yayılan devrimin asıl kaynağı Kürt kadınların mücadelesi görünmez kılınıyor.

Ve yine bu projeci aktivistlerin birçoğunun Doğu Kürdistan ve İranlı kadınlar adına fon aldıkları ve akademik makalelerle mücadele eden kadınların ‘inceleme alını’ haline getirip nesneleştirdikleri biliniyor.

Kuzey Kürdistan’da ise sömürgeciliğini ezelden beri ‘modernleştirme’ projeleri’ hem yerli hegemonya hem de küresel hegemonya aracılığı ile yürütülüyor. ‘Baba  Beni Okula Gönder’, ‘Kardelen Ayşe’,  halk  eğitim  merkezleri aracılığı ile verilen halı kursu, biçki dikiş  kursu vs. ile “geri kalmış doğuda kadınların kız çocuklarını desteklemek” adına bir asimilasyon politikası olarak yıllarca yürütüldü. Burada temel argüman, ‘kız çocuklarının okuma yazma bilmemesi’ ya da ‘kadınların meslek öğrenmesi’ olarak sunuldu. Ve bu projelerin sunumunda “aile baskısı”, “töre”, ya da “başlık parası” gibi kelimelerle bağlantılar kurulan Kürt kadınlar, kadınları erkeklerle eşit görmediği ve bu nedenle de kız çocuklarını okula göndermediği iddia edilen, tarih dışı, yekpare ve içinde bulunduğu koşullardan bağımsız bir “kültür”ün mağdurları olarak çizilerek kendilerini batılı ve eğitimli olarak tanımlayan aktörlerin yerine getirmeye çalıştıkları “vatandaşlık görevi”nin birer nesnesi haline getirildi.

2000’lerin başından itibaren ise Kadın Özgürlük Hareketinin yükselişiyle devletin bizzat desteklediği sömürgeci asimilasyoncu STK’ların maskesi düştü ve bu kampanyalar yavaş yavaş sönümlenmeye başladı. Kadın Özgürlük Hareketi’nin kitleselleşen, her alanda güçlü bir örgütlenme programı ile kadının politik özne haline geldiği dönemde devreye projeci kadın kuruluşları konuldu.

Sömürgeciliğin direk müdahalesinin geriletilmesi üzerine bu defa dinamik tabana dayanan kadın örgütlülüğü ve mücadelesinin içini boşaltmak üzere projeci yerli kadın aktivizmi geliştirildi. Kuzey’de devlet ve erkek kaynaklı şiddetini konu edinen projelere özellikle Almanya merkezli fon kuruluşlarının ‘cömert’ mali desteği ile kurulan vakıf ve dernekler Kürdistan Kadın Özgürlük Hareketi’nin karşısına alternatif kadın hareketi olarak sunuldu. Medyada, akademide, uluslararası kadın platformlarında Kürt kadınlar haline bu kadınlar söz söyler hale getirildi. KAMER ve VAKAD örneğinde görüldüğü gibi Kürdistan’da ihtiyaç duyulduğunda parlatılan projeci feminizm ihtiyaç duyulmadığında ise yeni bir ihtiyaç dönemine kadar dondurucuya bırakıldı.

Rojava Kürdistan’ı ve Kuzey Doğu Suriye genelini ele aldığımızda ise projeci STK’cılığın başka bir çeşidi ile karşılaşmak mümkün. Rojava Devrimi kadınlar öncülüğünde gelişen ve DAİŞ’e karşı kadınlar öncülüğünde verilen amansız direnişin kazanıldığı mekan. DAİŞ’in yenilgisinin kesinleşmesinin ardından başta Rojava olmak üzere Kuzey Doğu Suriye genelinde çok uluslu STK’lar akın etti. Bu STK’lar ilk elden demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü devrimin inşa çalışmalarının halen devam ettiği Kuzey Doğu Suriye’de kolektif emekle yürütülen çalışmalara alternatif, popülist, sürdürülebilirliği olmayan, dönemsel-bireysel kurtuluşçu ‘yardım’lar dağıtmakla işe başladı. Devrimin içini boşaltmak için el attıkları bir diğer alan ise devrimin yarattığı özerk yönetim kurumlarında kadın çalışmalarında yer alan özellikle yabancı dil bilen kadınları ‘yüksek maaş’ karşılığında kısa vadeli de olsa koparma işlevi görüyor. Kapitalist modernite güçleri, yüksek maaş, avantajlı yaşam vaadi ve ‘batıda her şey iyidir’ algısı ile insan gücünü kendi tarafına çekerek, STK’laştırma yoluyla küçük, yapay, ileriyi göremeyen ve sürdürülemez projelerle meşgul edilen insanlar hem kendi güçlerinden hem de kendi sorunlarını kendi çözme ve kendi kaderini kendi ellerine alma kolektif gücünden uzak tutmayı amaçlıyor. Özerk yönetim tarafından sürdürülebilir projeler dışında kabul edilmese ve kısıtlansa da; devrimin yarattığı kurum ve birikimin içini boşaltmak üzerine neoliberalizmin özel görevlendirdiği bu STK’lar kadınlar başta olmak  üzere devrimin kolektif üretimini yok sayıp ‘bireysel kurtuluşçu’ bir ‘modern’ insan modeli yaratmak için karşı saldırı halinde, olanca gücüyle yöneliyor.

Yukarıda verdiğimiz örneklerden karşımıza çıkan, eşitlik, özgürlük ve haklar söyleminin sömürgeci bir söylemle iç içe geçmiş olmasıdır. Sömürgecilik, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın hakları tartışmaları üzerinden ortaya çıkar, genellikle sivil toplum kurumlarında var olma gücünü elinde bulunduran kadınların diğer kadınlar üzerinde oluşturduğu farklı tahakküm biçimlerinin önünü açar. Elbette ki bütün bu pratiklere baktığımızda, gerçekte bu projelerin kimin yararına olduğu ya da projeler sonucunda kimin güçlendirilmek istendiğini iyi tahlil etmek gerekiyor.

Son söz yerine; bu yazıya nasıl bir son söz yazmak ve nereden bağlamak gerektiğini düşünürken, aklıma nenemin küçükken bize öğütlediği bir söz geldi. “Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz.” Eksiden çok bencilce söylenmiş bir söz olarak düşünürdüm. Ama sonra ‘kendin olmak, kendini bilmek, kendi özgücüne dayanmak’ gibi daha derin anlamlar barındırdığını anlaman zaman aldı…

Yararlanılan kaynaklar:

*Görkem Akgöz: Mutsuz Evlilikten Tehlikeli Flörte: Feminizm, Neoliberalizm ve Toplumsal Hareketler-Tez

*Seda Saluk-Vildan Özer: Türkiye’de Projecilik ve Kadınlar Arası Tahakküm Biçimleri - Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü http://www.bukak.boun.edu.tr/?p=282

*Jineoloji Dergisi 25’inci Sayı- Yvonne Heine: I Love You Raqqa; Yeni sömürgeci savaşın bir yolu olarak STK’laştırmaya karşı özsavunma

*Feminist Politika Dergisi 1’inci Sayı-Fatoş Hacıvelioğlu Kadın kurtuluş hareketini sınırlayan bir dinamik; ‘projecilik’

*Pınar Çuhadarı-Neşe Algan- Kadın yoksulluğu ve mikro kredi: Türkiye üzerine ampirik bir inceleme. 

* https://teoriveeylem.net/tr/2017/04/01/yeni-bir-kadin-hareketi-yine-bir-feminizm/