Çağın Arkaik Sesi: Jin

Çağın duygu ve düşünce çağlayanına çağıran bir sese ihtiyacımız var… Eskil, arkaik olduğu kadar şimdiyi anlatan bir ses’e… Evrende yalnız olmadığımızı hissettiren, enerjimizi bütünleyen bir söze.

NAGİHAN AKARSEL

Duyguyu düşünceden, ruhu akıldan, sezgiyi bilgiden, maddeyi enerjiden, yaşamı ölümden, aydınlığı karanlıktan, felsefeyi sosyolojiden koparmayan bir heceye ihtiyacımız var.   Zamanın ve mekânın ruhsal ve düşünsel paradigmasını taşıyan…

Bilgeliğe erişimin bilgisini sunan bir mantraya belki de. Mantra nağmelerle tekrar edilen şiir anlamına gelen Hintçe bir kelime. “Man” zihin, “tra” serbest bırakmak anlamına geliyor.  Mantra kelimesi zihnin serbest bırakılması oluyor.

Yalanın ruha ihanet olduğunu haykıran Guarani yerlilerinin  kullandıkları ne’ê gibi... Sözün duyguya ve düşünceye sadık olduğu bir sestir ne’ê. Hem ruh hem kelime anlamına geliyor.   Anlamı an’da saklıdır. Ruhun ve düşüncenin zamanla sözleşmesidir adeta…

Hewreman’da   gece ile gündüzün eşit olduğu Newroz gecesinde herkesin elinde meşaleleri ile en yüksek dağlardan en derin vadilere yankılanan sesi, “ab” gibi… Mecnun’un Leyl’e en yakınlaştığı an’da çağlayan bu sesin tılsımına ihtiyacımız var. Bin sesli orkestralara dönüşen yaşam gücüdür bu ses çünkü…

Hinduizm ve Hindistan’a özgü inanç sistemlerinde bu ses “Om” olur. Om “dünyanın sesi” demek. Anlamını takip edince ilişkiler ağı olarak beliriyor. “Om mani padme hun” tümcesi “lotus çiçeğinin içindeki mücevher” anlamına geliyor. Bilincin aydınlanması ile bağı ise araştırılmaya değer.

Hinduizmin kutsal metinlerinin bir derlemesi olan Upanisad’lardan biri olan Mandukya Upanishad Om sesi üzerine ve bölüm şöyle başlamaktadır, “Om, ölümsüz bozulmayan bir kelimedir. Om evrendir. Ve bu om’un sunumudur. Geçmiş, şu an ve gelecek, geçmişte olan, şimdi olan ve gelecekte olacak her şey om’dur. Aynı şekilde zamanın ötesinde olan her şey de om’dur.”

“Önce söz vardı” der tüm tek tanrılı dinler… İslamiyet “kün” ya da “ol” der. Ve bu sesi güç, kudret olarak tefsir eder. Tevrat, “Yaşat” ile başlar. Zebur, “Dürüstlük” ile. İncil “Sev” ile Kur’an “Oku” ile başlar.

Felsefe de bu, Daimon’ları  Sokrates’e anlatan Diotima’nın sesi olur. Delphi’de Apollon tapınağının girişinde “Kendini bil” diye yazar. Zerdüşt’ün Zagros dağlarında duyduğu sese karşılık, “Söyle sen kimsin” sözü ile hayatımızda yer edinir. Zerdüşt’ün felsefesi bu öz’den beslenir.

Ya da Eflatun’un ideaların bilince dönüşü olarak ifade ettiği anımsama ve bunun İngilizce karşılığı olan recorder kelimesi olarak karşımıza çıkar. Nitekim Latince’de re-cordis anlamına gelen anımsama İngilizce’de recorder’dir. Re-cordis “anımsamak” ve “kalbi delip geçmek” ile aynı anlamı karşılar.  Recorder ise deney ve gözlemden bağımsız ruhta bulunan bir ilk bilgidir.  Hegel’in diyalektiği “aufheben” kelamı ile kendini ifşa eder. Hegel en çok bu kelimeyi sever. “Aufheben” hem “saklamak” hem de “silmek” anlamlarına gelir.

Ses söz olur. Söz yaşam bulur. Evrenle temas bu sesin büyüsünde çeşitli kültürlerde farklı şekillerde anlam arayışını sürdürür. Sesler, semboller, gelenekler, kültürler an’da varlık ve hiçliğin bütünselliğinde anlam bulan oluşun diyalektiğini kuşanır. İnsanın varlığı evrenin varlığı ile birlikte ele alınır. Mühim olan an anlam, öz özgürlük, çağ çağdaşlık bütünselliğinde farkındalığımızı yükseltmektir sadece.

Tahakküm Farkındalığımızı Yaralar

Ancak bu sesler, Sümerlerden günümüze, mesih çağından uzay çağına tahakkümün gölgesinde kalır. Tahakküm farkındalığımızı yaralar. Kayıtlı tarih öğreti ile yaşamı birbirinden koparır. Dualizm birbirini tamamlama değil, birbirini yok etmeye ayarlanır. Yaşamla bağımız anlamaya çalışmaktan öte hükmetmeye kaydolur. Anlamak değil hükmetmek esas alınır. Bilgi ile anlam karşıt kutuplara yerleştirilir. Bilişim çağında anlam yitimi yaşanır. Ancak bu bilgi ile anlamlı bir ilişkinin kurulamayacağı anlamına gelmez. Anlam yitiminin farkında olmak bilgi ile anlamlı bir ilişki kurmanın anahtarı olur. Zira bu da felsefe ile sosyoloji arasında kurulması gereken köprüden geçer.

Lakin çağımızda “Felsefenin sosyoloji ile bağı kalmamıştır.”  Batı sosyolojisi tüm coğrafyaların ve kültürlerin merkezine oturtulur. “Doğu sosyolojisinden bahsedilmez.”  Her şeyde olduğu gibi sosyolojide de batı merkezli bir anlayış öne çıkar. Mitolojide hala canlı olan evren anlayışının izlerine rastlasak da varlık doğaüstü güçlere havale edilir. Din de ilk hareketin ölçüsü tanrı olur. Pozitif bilimlerde sıkı bir belirlenimcilik ve düz çizgisel bir yaklaşım ile anlam sakatlanır. Batı merkezli yaklaşımın yanına insan merkezli anlayış yerleştirilir. Ve tüm ilişkiler tahakküme ayarlanır. Bu pozitivizm ile mutlak bir kesinliğe kaydedilir. Bilimin elde ettiği verilerin kesinliği, doğruluğu ve haklılığı savunulur. Dogmatizmin bilimsel versiyonunun yeni adı pozitivizm olur. İnsanı tüm evrenden soyutlayıp her şeyin hâkimi kılan bir anlayış geliştirilir. Eklektik bir yaklaşımla anlam parçalanır. Her parça yeni bir iktidar alanı haline getirilir. Pozitivizm kapitalist modernitenin hegemonik yükselişinin tekelci ortaklarından olur.  Mutlak hakikat, sonsuz ilerlemecilik, nesnelcilik bilimin değil bilimciliğin temel doğruları olarak ilan edilir. Toplumsal yaşamı tehdit eden, sanal bir dünyayı hakikat sayan, amaca varmak için her yöntemi mubah sayan ahlak ve politikadan yoksun bir bilimcilik gelişir. Bilimin en gelişkin çağında tanınmaz hale gelen yaşam Hiroşima, Nagazaki, Halepçe, Çernobil ile yaralanır. Edmund Husserl’in bahsettiği bilimin krizi mutlak bir doğru olarak dogmatizm ile özdeşleştirilen bu yaklaşımdan kaynağını alır. Beşerî bilimler ile doğa bilimleri arasına kurulan setler bu krizin bir başka sebebi olur. Ne salt nesnelcilik ne de öznelciliğin kesinlik için ölçü olamayacağını belirten Edmund Husserl ikisi arasındaki ilişkiden hareket edildiği taktirde doğru olana gidilebileceğini belirtir. Hannah Arendt yuvarlak bir masanın etrafında oturan herkesin ortadaki nesneyi kendi açısından görebileceğine işaret eder. Herkes bir yanını görür ve bunların ortaklaşması ile doğru açığa çıkar. Yine pozitivizmin her şeyi parçalayan anlayışına karşı birbiriyle bağlantılılığına çok sayıda düşünür tarafından dikkat çekilir. 

An sesini aramaktan vazgeçmez ama. Oluş düalizme dayanmaktan, parçacık dalga ikileminde bilgi ve sezgiyi bütünleştirmekten vazgeçmez. Belki de bu yaşamın dilidir. Zira yaşamın anlamı doğru ilişkiler ağında saklıdır. Bilgiyle anlamlı bir ilişki kurmak da yaşamı anlama arayışı olan felsefe ile bir ilişkiler ağı olan sosyoloji arasındaki bağı doğru kurmak ile mümkündür. Bu nedenle bilgiyle anlamlı bir ilişki kurmak, felsefe ve sosyoloji arasındaki duvarları yıkmak her şeyden önce sosyal bilim anlayışımızda devrim yapmayı gerektirir. Abdullah Öcalan’ın, “Bilim en gelişkin anlam yorumudur.”, “Her bilim sosyaldir.”, “Sosyal bilimlerin paradigmasal bir devrime ihtiyacı vardır.” ya da “21. yüzyıl devrimciliği sosyal bilimciliktir.”  belirlemeleri bu nedenle çok değerlidir. Çünkü zamanın ruhunu, yaşamın dokusunu, toplumun ihtiyacını hissediyor. Özgürlüğün öyküsünü anlatıyor. Bu öykünün içinden “Jin” sesi yükseliyor.

Çağın Kadim Sesi: Jin

Ve biz bu girişten sonra biraz ürkek biraz kaygılı “Jin” kelimesine yaslanıyoruz usulca.  İdealist ya da materyalist yorumlara kaymadan yaşamı olduğu gibi anlatan bu kelimenin zaman ve uzamın bilgisini taşıdığını iddia ediyoruz. Çünkü yerin yüzünde bozulan ahengin ana nedenine dokunuyor. Kadın ile yaşam sömürüsünün diyalektik bir bağ içinde olduğunu anlatıyor. Ve bu sömürünün ne zamandan ne de uzamdan bağımsız olmadığının bilgisini veriyor.

Buradan yola çıkarak ruhsal ve düşünsel dünyamızın bütünselliğinde hakikatin izini sürüyoruz. Bu kelimenin bilimini yapıyoruz. Jineoloji bize bu cesareti veren büyülü bir sözcük. Jin’den besleniyor. Bize kim olduğumuzu söyleyen bir kelam. Bize bilmediğimiz sözcüklerin yanı sıra bilip de yitirmiş olduğumuz, aradığımız sözcüklerin yerini söylüyor. Jineoloji yürekten bir ses olan “jin”e dayandığı için toprağın dokusunda, toplumun gözeneklerinde, yaşamın ahenginde bilgi ve yöntemlerini arıyor. Ve anlam bilimi tanımına adım adım kadınların sesini yükseltmesi, yaşamla kucaklaşması, topluma dayanması, doğayı keşfetmesi, evreni anlaması ile kavuşuyor. Meksika’dan Tunus’a, Şili’den Kürdistan’a, Amerika’dan Arjantin’e yaşamın her alanında seslerini yükselten kadınlar bu yolda ilerliyor.

Jin’in bilimi olma yolunda jin’i anlamak bu nedenle stratejik bir önem arz ediyor. Ve jin’i anlamak düşündüğünü söyleyen söylediğini yapan ruhun canlandığı coğrafyaların öykülerini bilmeyi gerektiriyor. Bu öykülerden biri de ne İskender’in ne Timur’un ne Arapların ne Farsların geçemediği Zagros dağlarında yaşanıyor.  Zagroslar’da buluşan Ninhursag ile Mizgin Ronahi’nin  ruhsal ve düşünsel bütünlüğünü ve gerçeğini anlamaktan geçiyor. Düşündüğünü hisseden, hissettiğini söyleyen ve söylediğini yapan ruhun yeniden canlandığı dağların öyküsüdür çünkü onların öyküsü. Ve bu öykü jin’in ve onun bilimi Jineoloji’nin öyküsü. Bu öykü kendi kökleri üzerinde Mezopotamya topraklarında canlanıyor. Abdullah Öcalan’ın “Ben benim.” sözü ile bizi sar(s)ıyor. “Ben benim. Ben insanım, bilimce açıklandığı kadarıyla zaman bakımından en azından on beş milyar yıl öncesi gerçekleştiği iddia edilen büyük patlamadan (big-bang) bu yana tüm evrene yayılmış gerçekliğin toplamı olduğuna inanıyorum. Bunu seziyor ve biliyorum. Bu anlamda kendini bilmek, tüm zamanı ve evreni bilmekle özdeştir.”  diyor.

Evet ihtiyacımız olan o eskil kadim ses jin’dir. “Jin” Kürtçe’de hem yaşam hem kadın anlamına gelir. Jin kadının ve yaşamın sesidir. Kadın ve yaşam sözcükleri Kürtçe’de olduğu gibi birçok dilin etimolojisinde de birbirine yakındır. Örneğin Hurrice “aşt” ve “asta”, Sümerce “nita” ve “ti”, Zazaca “cinî” ve “ciwi”, Soranca, “afratan” ve “giyan”, Hawramice’de “jeni” ve “jîwa”, Farsça “Zen” ve “zendegi”, Yunanca “gyno” ve “bio”, Rusça “zhenshchina” ve “zhizn”, Almanca “frau” ve “leben”, Arapça “mer’e” ve “aiş, hayat” bu anlamı karşılar. Etimolojik olarak bu kelimeler arasındaki ortak bağın üretkenlik, yaratıcılık ve kutsallık olması dikkat çekicidir. Ve “jin jiyan azadî” formülü kadın doğasının özgürlükle olan bağında yaşamın nasıl anlam kazanacağını anlatıyor. Yaşamın gizemli denklemi olmayı başarıyor. Ve bu formülün tüm dünya kadınları için ilham kaynağı haline gelmesi de ayrıca bir yazının konusu olarak ele alınmayı hak ediyor.

Jin kadının yazgısını köleliğe, huyunu çaresizliğe, kurtuluşunu evlilik hayallerine kaydeden sömürgeciliğe karşı kadını varlığının bilgisine çağırır. Bedeni efsanelerle lanete, kutsal kitaplarla günaha, filozofların referansıyla denetlemeye, bilim aracılığıyla makineye, reklamlarla iş’e indirgeyen ontolojik sapmalara meydan okur. Kendinden kaçan, hemcinsiyle rekabet eden, erkeğe yaranmayı yaşam bilen kadının toplumla bağının tabu, günah ve suç üzerinden olmasına karşı çıkar. Bunun farkındalığını yaşadığı ve mücadelesine giriştiği an’larda ise zigguratlardan beyaz saraylara her daim aynı olan en yetkin özel ve psikolojik savaş yöntemleriyle karşı karşıya kalır. Buna karşı öz potansiyelini, bilgisini ve bilgeliğini oluşturma arayışına girer. Yabancılaşmaya karşı kendi olmayı yani xwebun’u öğrenmesi gerektiğini öğrenir. Farkında olduğu an yabancılaşmaya karşı kendi bilgisini oluşturmaya başladığı an’dır aynı zamanda. Ve bu oluş yaşam bilgisini değersiz kılan egemen sistemin bir başka ifadeyle devletli uygarlığın farkındalığıdır aynı zamanda. Bilgilerini oluşturma ile bilgilerinin değerli olduğunun farkına varma iç içe gelişir.

Devletli uygarlık ontolojik olarak kadının doğasında bu köleliği birbiriyle bağlantılı bir şekilde sosyal, psikolojik ve biyolojik olarak inşa eder. Ve ruhumuz, aklımız ve doğal döngülerimiz üzerinden bunu yapar. Çünkü bu uygarlık yabancılaşmayı modernlik, metalaşmayı özgürlük, doğal döngüyü günah, ayıp, tabu olarak sunar. Evrenin oluşumunu bedenimizde hissettiğimiz “doğayla en nazik bağımız” , “bitmemiş yaşam akıntımız”  olan en doğal döngümüz regl hastalık, günah, suç, ayıp, tabu olur. Oysa ay döngüsü Latince “menestration”, Sorani “suri mangane”, Türkçe “Aybaşı”, Arapça “devreyi şar”, Kurmanci, “Heyvik” anlamına gelir. Kutsaldır. Ama uygarlık ile beraber her ay üşenmeden lanet okuduğumuz, gizli saklı geçirdiğimiz bir hastalığa dönüşür. Ayın döngüsü ve çiçeğin filizlenmesi ile eş olan bu yaşam enerjisinin lanetlenmesi insan kutsalına yapılan profesyonel bir saldırı olur. Kutsal olan lanete dönüştürülür. Kutsal ile lanetin savaş meydanı bedenimiz olur. Bu akışkan enerjimizin ve sezgisel dünyamızın tahrip edilmesinin biyolojik boyutu olur. En üretken dönemlerimiz işgal edilir. Özgürlük yetisinden yoksun olduğumuz iddia edilerek kölelik kültürü bedenimizden başlayarak ruhumuza, aklımıza çok çeşitli yöntemlerle işlenir.

Güne güneşe saygı ile başlayan, yerin altında yılanı, yerin yüzünde yaşamı, göğün yüzünde turnayı anlamlandıran ve kutsallaştıran doğamız tahrip edilir. Duygu ve düşünce bütünlüğünde doğayla arkadaş olan, kehanet ve öngörüleri ile yaşama öncülük eden tanrıça kimliği en çok bu dönemde karşımıza çıkar. Riena Eisler Kadeh ve Kılıç isimli kitabında kadeh ile birbirimize ve evrendeki her şeye bağlanmamızın formülünü kılıç ile de bundan kopuşun tarihini anlatır. Tanrıça kültürünü yeniden canlandırmanın, manevi geleneği canlandırmak olduğunu anlatır. Yeniden doğuş kadar insan bilincinin yeniden aydınlanması olan Tanrıça sembolü insan ilişkilerinin ölüme değil yaşama dayanan kültürünün sembolüdür aynı zamanda. Manevi dönüşümün, doğayla ahenk içinde yaşamı anlama arayışının ve bütünselliğin bilgisini taşır. Bu döngüde bilince ve bilgiye jin’in bilgisi ile gitmek dönüşüm ve aydınlanmanın da “jin jiyan azadi” formülüdür. Çünkü Jin’in bilgisi kadın ve yaşam üzerinde kurulan tüm tahakküm ilişkilerinin farkında olmak ve kadının özneliğinde yaşamın bilgisini örmektir.

Çatalhöyük’ten Çayönü’ne, Göbeklitepe’den Karahantepe’ye  birçok arkeolojik veri bu kutsallığı ve doğa ile olan bütünselliği anlatır. Turna kuşunun kolektif yaşam gücü ile tek eşli olma gerçeği birçok sembolde karşımıza çıkar.  Elinde kanatlı yılan asası tutan heykeller adeta yerin altı, yüzü ve üstünün bilgisini verir. Bu anlamlar birçok efsane ile de karşımıza çıkar. Adeta makro evren mikro evrende tanım bulur.

Ancak kölelik süreci ile yaşamın kaynağı büyüleyiciliğini yitirir. Bu büyüleyicilikte akan enerjimiz donar. Enerjimiz cinlerin, pirabokların ; cadıların bilgeliğini lanetlemek için kullanılır. Duygularımız akıldan koparılır. Sosyal bilincimiz olan duygusal zekâmız zayıflıkla özdeşleştirilir. Bilgilerimiz değersizleştirilir. Sezgilerimiz yaralanır. Hayat ile olan tek bağımız kız kardeş, eş ve anne üzerinden şekillenir. Doğum gücümüz ataerkil düzene erkek çocuk doğuran bir makinaya dönüştürülür. Evrenin büyüsüne merak salan bilge kadınlar katledilir. Belleğimiz parçalanır. Bunun farkında olmak ise büyük emek ve bedeller gerektirir. Çünkü doğduğumuz anda cins kimliğimiz üzerinden değerimiz belirlenir. Aile kurumu ile bu kimlik değersizlik üzerinden inşa edilir. Camiye, kiliseye, sinagoga, okula ilk adımımızı attığımız andan itibaren ise parçalara bölünürüz. Toplumla tanışmamızda ilk karşılaştığımız gerçek bu parçalanmışlık olur. Geçim derdi, soy sürdürme telaşı bizi parçalar, böler. Duyguyu, hissi düşünceden, kalbi beyinden, ideali gerçekten, özneyi nesneden, ahlakı güzellikten, tarihi bugünden, cinselliği sevgiden, özel yaşamı kamu yaşamından, bilgiyi bilgelikten ayırmayı öğreniriz. Doğruyu söyleyen dil, güzeli temsil eden beden, iyiyi arayan ruh yerine güce ve çıkara endeksli bir dil, beden ve ruh ikame ederiz. Bu düzen yabancılaşmayı salık verir. Bizler nesnelliği din yapanların kıskacında nesnelerin hizmetinde olan nesnelere dönüşürüz. Bu düzen ekonomiyi paraya, kârı özelleştirmeye, kurbanları cezalandırmaya, insanın insanla savaşmasına, konuşan ama üretmeyen politikacılara, oy kullanan ama seçmeyen vatandaşlara, iktidarı güçlendiren bilgi ve iktidara dayanır. Bireyin üretiminin ürün vermediği, emeğinin değersiz olduğu, anlamın sanal yani yalanda boğulduğu bir çağın taşları döşenir.

Yarın: Yazının devamı ‘Köklerine Dayandığı Kadar Akışa İnanan Bir Bellek’ başlığıyla yer alacak.