Televizyonda dayatılan “kadınla” mücadele etmek
“Televizyonda bizlere adeta bir hap gibi sunulanların rastlantısal olarak orada bulunduğunu söylemek ya da düşünmek, en hafifinden saflık olacaktır. Doğru ve bilinçli televizyon okumaları yapıldığında, televizyonun en çok da kadının toplumsal yaşamdaki rollerini pekiştiren bir aygıt olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor.”
ZEYNEP PEHLİVAN
Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında evlerimize yavaş yavaş girmeye başlayan televizyon, o dönem için bir devrim olarak nitelendiriliyordu. Oysa bu ilginç kutunun zaman içindeki ürkütücü evrimi ve savruk yolculuğu, onu deyim yerindeyse bir tür karşı devrim enstrümanı haline dönüştürdü. Televizyonun kitleler üzerindeki etkisine tanıklık ettikçe, yıllar önce ona dair söylenen sözlerin bugün özelinde nasıl bir haklılığa kucak açtığını daha iyi kavrıyoruz.
Billy Wilder’ın “Televizyon, yarım metrelik bir cezaevidir.” cümlesi ile Aliya İzzetbegovic’in “Televizyon hiç durmaksızın insanların şuurlarına resmi felsefe ve ideolojiye uyan standartlaşmış mesajları ve imajları çiviler durur.” cümlesi, birbirinden farklı coğrafyalarda ve farklı zamanlarda edilmiş cümlelerdir; ancak her iki düşünce de televizyonun totaliter rejimlerin elinde bir güç olduğu gerçeğini bize evrensel boyutta gösteriyor.
Televizyon, özel kanalların artması ile birlikte gücünü pekiştirecek esaslı bir alana sahip oldu. Bu ona şuursuz ve vahşi bir gücün kapılarını açtı. Televizyon zaman içinde tercih edilen değil “dayatılan” her şeyin odak noktasına dönüştü. Ana haber bültenleri, diziler, reklamlar, yemek programları, moda programları, magazin içerikleri, tartışma programları, spor programları ve daha pek çok içerik, dayatılmak istenen ideolojinin son derece etkili araçlarına dönüştü. Televizyonda bizlere adeta bir hap gibi sunulanların rastlantısal olarak orada bulunduğunu söylemek ya da düşünmek, en hafifinden saflık olacaktır. Doğru ve bilinçli televizyon okumaları yapıldığında, televizyonun en çok da kadının toplumsal yaşamdaki rollerini pekiştiren bir aygıt olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor. Bugün bu yazı özelinde, televizyonda son dönemlerde ağırlık kazanan ve tek tip bir güzellik algısı yaratan moda içerikli program formatları ile resmi ideolojinin ekmeğine yağ süren reklamlardan söz etmek istiyorum.
“Böyle yaşayamıyorsan eğer bizimle değilsin tatlım!”
Bilindiği üzere uzun yıllardır ülkemizde ve dünya genelinde güzellik yarışmaları, o dönemin fiziksel ve estetik anlayışının kalıplarını bir anlamda dizayn etmek için uğraşıyor. Bu yarışmalar ve bu estetik anlayışı dayatması, takdir edileceği üzere erkekleri de kadınları da belli bir kalıbın içerisine sokmaya yönelik. Aynı zamanda bu büyük pazarda birilerini hedef kitle olarak belirleyip onlara birçok ürünü adeta büyük bir ihtiyaçmış gibi göstermek de hedeflenmiş olmalı. Kaslı ve yağ oranı düşük vücutlar, uzun kirpikler, hokka gibi bir burun, dönemin modasına uygun bir giyim tarzı… Yani görsel bir pazarlama stratejisi içesinde bir de televizyon programları ve reklamlarla hem görüntümüz hem de pekiştirilen görevlerimiz oluşturuluyor. Basit bir şekilde, öyle kafamızı pek de yormadan bir takım mesajlar verilip duruluyor. Bizlerden istenense bu gösterilene uyum sağlamamız ve gösterileni almaya, daha çok almaya tüketmeye yönelmemiz. Bize düşense genelde bu rekabet ve tüketim dünyası içinde yavaş yavaş tükenmek…
Bizden istenen; kişilik ve bedeni sorgulamadan, psikolojik ve fiziksel sağlığımıza bile bakmadan bir dönemin hakim anlayışına daima tüketerek hizmet etmemiz. Televizyon programları ve reklamlarını inceleyerek biraz bedenlerimiz ve zihinlerimiz üzerinde ne yapılmaya çalışıldığını düşünelim.
Örneğin uzun zamandır ülkemizde “moda programı” formatları “moda yarışması programı” formatına dönüşmüş durumda. Yarış deyip geçmeyin! Şuursuz bir narsizmin pompalandığı yarışmaların varlığı, belli bir hiyerarşi ve rekabet kültürünü de önemli ölçüde tetikliyor. Yani bizlere belli bir dönemin giyim tarzı hakkında bilgi veya fikir vermekle beraber, o bilgileri harmanlayıp dönemin ruhunu yakalamış insanları tek tip bir güzellik ve köşeleri önceden belirlenmiş bir estetik anlayışı üzerinden kıyasıya yarıştırmak üzerine gidilen formatlardan söz ediyoruz. Bu formatlar, elbette doğrudan kadınlara yönelik olarak tasarlanmış. Kadınlara yöneltilmiş “güzellik” yüklemesi ve yine aynı hedef kitle için düşünülmüş koca bir giyim, kozmetik ve reklam sektörü! Tüketime dayalı, tamamen görselliğimizle ilgili bir alan. Böyle yapamıyorsan, yaşayamıyorsan eğer, “Bizimle değilsin tatlım!”
“O pantolonun altına bu ayakkabı olmamış, ayakkabı olarak stiletto tercih etmeliydin” gibi gündelik yaşamda hiçbir karşılığı olmayan tavsiyelerle büyük bir kitleye kendini izlettiren diyaloglar yaşandı bu programlarda. İşin şov kısmı bir yana dursun, fiziksel olarak vücudumuzdaki orantısız yerleri gizlemek, artık neredeyse boynumuzun borcu haline geldi. Biz dönemin modasına uyumlu, tarz sahibi, dış görünüşüne özen gösteren ve mümkünse fit vücutlara sahip olmaydık! Ayrıca daima özenle seçilmiş, günün modasını yakalayan ve tarz sahibi olmamız da gerekiyordu. Birkaç kilo fazlamız sağlığımızı etkilemese bile bunalıma girer hale gelmiştik. Her anlamda sağlıklı olmak veya belki yanlış bir cümle olacak ama sağlıksız olsak bile “kilolu” olmaya hakkımız kalmamıştı. Bizim bedenimiz büyüdükçe çevremizi daraltan bir bakış açısıyla karşı karşıya kalmıştık.
Sonrasında bu programlarda işler tekrara düşünce başka formatlar geliştirilip daha büyük beden ölçülerine sahip kadınların yarışmacı olarak sunulduğu versiyonlar devreye girdi. Orada da yine konuşulanlar; tarz olmadığınızda verilen eleştiriler, işin şov kısmıyla beraber devam etti. Bu sefer büyük beden kadınlara yöneltilen, “o bacaklara o etek olmaz” gibi acımasız eleştiriler duymaya başladık. Bir bakıma bizlere çoğu konuda dayatılan kalıplar, toplumsal cinsiyet rollerimiz bir kez daha pekiştirilmek istendi. Üstelik kimi zaman bu cümleleri ekranda moda otoritesi olarak konumlandırılan kadınların, erkeklerin, lgbti+ların ağzından işitmek durumunda kaldık. Oyunun kuralı belliydi: Kadın fiziksel olarak zayıf da olsa kilolu da olsa modayı yakalayabilmeliydi. İyice daraldık! Hiç bu programları izlemeyenlerimizin bile bu programlardaki bakış açısına bir şekilde şahitlik eder olduk. İzledik, izlemedik derken ihtiyacımız olandan daima fazlasına ihtiyacımız olduğunu kanıksar olduk. Acaba aldığımız o kolyeyle bu elbise uyumlu muydu? Yarın işe giderken hangi kıyafetlerimizi nasıl kombine etmeliydik? Belki de özel bir davetten davete giyeceğimiz, yani bir kere giyebileceğimiz kıyafetlere dünyanın parasını kredi kartlarımıza yüklenerek saçar olduk. Programlarda sert, parmak sallayan hatta yerin dibine sokup aşağılayan şov, bir şekilde yoluna devam ediyordu.
Ufak da olsa değişim var ama mücadele etmesek o da olmazdı
Kredi kartı hesaplar kabarıyor; gelirimize bakmaksızın yiyor, zayıflıyor, tüketiyor sıkılıyorduk. Şov devam ederken evde etek veya şort boylarımızı kontrol ediliyor, dekoltelerimize yönelik saldırılar başlıyordu. Moda yarışmasında eleştirilenler evdeki hesapla çoğu kez hiç uymuyordu. Hepimiz güzel olmalıydık, ama istisnasız hepimiz. Erkekler tarafından beğenilen, giyinmesini bilen (belli kalıplar içerinde), bir şeyler olmalıydık biz. Dario Fo’nun Kadın Oyunları’nda bir kadının eşinden yakarışı belki de bu durumu anlatır: “Hep hazır olmalıyım, hep hazır. Neskafe gibi... Yıkanmış, parfümlenmiş, sıcak, kıvrak, istekli ama suskun." Burada kadın cinselliğine atıfta bulunulmuş olsa da günlük yaşamımızda bizden beklenilen, televizyonlarda gösterilenden bağımsız olarak düşünemeyiz bu cinselliği. Cinsel bir obje olarak gösterilsek de aslında oldukça muhafaza edilen bir cinsellikten bahsedebiliriz. Evde her şey yapılabilir hatta o moda programındaki dekolte giyilebilir; ama dışarı çıkınca birilerinin namusu olmalıyız.
Oysa bu dayatmalara zaten yarışmalar çıkmadan önce reklam filmlerinden de yeterince aşinaydık. Bir dondurma reklamı düşünün ki eğer ailecek yenilecek veya çocuklara yönelik değilse kadını cinsel bir obje haline dönüştürmesin. Bu anlamda son zamanlarda bulaşık makinesi tableti reklamında erkek görmek veya erkeğin cinsel bir obje olarak gösterildiği çikolata reklamı görmek bizleri şaşırttı! Öncesinde temizlik ürünleri reklamlarında, herhangi bir elektrikli ev eşyası gibi ürünlerin reklamlarında bu ürünleri erkeklerin kullanamadığı konusuna bizi ikna edecek kadar reklam görmüş olmalıyız. Çocuklarla ilgili herhangi bir üründe nadir sayıda erkek görmek de bu örneklere eklenebileceklerden. Çoğu reklam, kadınlığı ne yazık ki büyük ölçüde annelik üzerinden temellendiriyor. Evde yıkanması gereken bir çamaşır ya da bulaşık varsa, bu kadının sorumluluğundadır ve ürünle alakalı o büyük slogan, kadının bu rolü üstünden aktarılır. Ürün üzerinden kurulan muhataplık, kadının evdeki yerini tekrar tekrar işaret eder. Kadınlar reklamlar aracılığı ile uzun zamandan bu yana adeta bir meta ve sömürü nesnesi olarak sunuluyor. Reklamlarda duygusal mesajlar üzerinden ustalıkla yapılan psikolojik manipülasyonlar, ataerkil düzene gerçek anlamda bir tuğla daha örüyor. Reklamlar, işine geldiği ölçüde kadını araç olarak da amaç olarak da kullanmayı beceriyor. Yapacaklarımıza, alacaklarımıza, giyeceklerimize yönelik sunulanlardan yalnızca bazıları bunlar. Birilerinin hedef kitlesi, üzerimizde uygulanmak istenen politika olarak bu roller bizlere kanıksatılarak yaşamımıza devam ediyoruz. Bu gösterilen özelliklere sahip olmadığımızda “bizimle değilsin” diyen acımasız bir sistem var karşımızda. Hem toplumsal bir dışlanma hem de gerçekten yaşam hakkımızı elimizden almaya yönelik küstahça bir “bizimle olamama” hali veriyor.
Neyse ki birileri bizim için bir şeyler düşünüyor! Herhalde bu kadar göstere göstere üstümüze düşen vazifeleri, nasıl görünmemiz gerektiğini anlatmak ağırlarına gitmiş olacak. Bunların farkında olan bir kesim olduğunu yapılan araştırmalarla da bu geleneksel kalıbın ne kadar çok gösterildiğinin farkına varılmış. Televizyon kanalları ve reklamcılar biraz da olsa bu durumu farklı şekilde ele almaya çalışmışlar. Fit bedenler üzerine yapılan formatı büyük bedene çekmek gibi. Reklamlarda evde yemek yapan, ilginçtir (!) fırın kullanan erkekler görmekteyiz.
Kurulmak istenen sistemle bizleri hangi konuma soktuklarını görmeseydik yine de bu ufak değişikler de yaşanmayacaktı. Örneğin bir şampuan reklamında erkek görmek belki de imkansız olacaktı. Arabalar sadece erkeklerin kullandıkları araçlar olacak, bankalarda sanki yalnızca erkeklerin hesapları olacaktı. Dünyanın değişmesi ve kadınların aktif biçimde iş hayatında olmaları reklamcıların da televizyoncuların da dikkatinden kaçamazdı. Bu onların bizlere bahşettikleri bir lütuf değil. Yine vahşi kapitalizmin çarkı dönerken kadınların hak ve özgürlük mücadelesinin sonuçları; ama yine de ülkemizde bahsettiğim gibi birilerinin bizlere lütfu gibi algılanmaması adına söylemek gerekiyor.
Kazanımlarımız mücadelemizden geliyor
Daima tüylerini alan, kilosuna dikkat eden, görevlerini ve oturmasını-kalkmasını bilen, sürekli tüketen, belirli yerlerde ve işlerde üretkenliğine izin verilen bir canlı türü. Kadın-erkek görevleri ve sorumlulukları… Ötesinde başka bir dünya yok! Her şey bu ikili cinsiyet kalıpları ve gösterilen algılar üzerinden şekillenmeli! İtirazı olanları dışlamalı, çoğunluktan farklı olan azınlığın içine atmalı. Baktık ki olmuyor hemen bir çözüm bulup o azınlığın da tüketim alışkanlıklarını şekillendirmeli. Çarkın en nihayetinde o azınlıklara da ihtiyacı var ve ne olursa olsun dönmesi lazım.
Konuyu buraya kadar getirebilip hala yaşamaya devam edebiliyorsak, bu oluşturulmak istenen sistem bizimle uğraşmaya devam ediyor demektir. Bizler bu kalıpların, dayatmaların, bu politikanın çocukları nasıl da o mesajları düşünmeden iliklerimize kadar işletiyoruz. Bu mesajların verilmediği bir dünyada bizimle kalabilecek birçok kadın ve birçok öteki olduğunu bir düşünün. Bu kadar mı etkiliyor bizi bu reklamlar, bu programlar? Hala aramızda, “bizimle olamayan kadınları” “bizimle olamayan LGBTİ+”ları düşündüğünde bu algıları yaratanların hiç mi suçu yok! Bizlere tüm bu kalıpları yaratanlara, dayatanlara karşı hak ve özgürlük mücadelesinin kazanımlarını asla bırakmamak kalıyor. Bazı dayatmalar değişmek zorunda kalıyorsa, bu birilerinin sunduğu lütuf değil bizlerin mücadelesi ile gerçekleşiyor.