“Kendi sorunlarımızı göçmenler üzerinden tartışmaya başladık”
Suriye iç savaşının etkilerini en fazla yaşayan ülkelerden biri olan Türkiye, savaşın başladığı ilk zamandan bu yana kitlesel göçün ev sahipliğini yapıyor. Yaşar Üniversitesi’nde 14 yıldır göç teması üzerine çalışan Ayselin Yıldız, ülkemizdeki göçmenlerle uyum sürecini, “Verilen fonları, hibeleri yalnızca Suriyeli göçmenler için kullanırsak, bu ekonomik kriz ortamında kendi vatandaşlarımızı dahil etmediğimizde uyum süreci kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur” diyerek açıklıyor.
RÜYA HÜSEYİNOĞLU
İzmir- Çok sayıda insanın yaşamını yitirdiği, milyonlarca insanın doğup büyüdüğü topraklardan kopmak zorunda kaldığı, dilini, kültürünü hiç bilmediği coğrafyalarda mülteci olarak yaşama tutunmaya çalıştığı Suriye savaşı, gelinen noktada pek çok insanın kaderini etkilemiş ve deyim yerindeyse hayallerini çalmış durumda. Güllük gülistanlık bir ülke atmosferinde, çok kısa bir süre içinde herkes için çok ağır bedeller ödeten çatışmalar, binlerce trajik öyküye tanıklık etmemize neden oldu.
Gerek coğrafi yakınlığı, gerekse de resmi düzeydeki mülteci politikasından dolayı Suriyeli mültecilerin sığındığı ülkelerin başında Türkiye geliyor. İzmir ise Türkiye’deki mülteciler için hem ekonomik ve sosyo-kültürel açıdan, hem de Avrupa’ya geçiş planları açısından her zaman cazip görülen şehirlerden biri olarak kabul görüyor. Göç alanındaki başarılı akademik çalışmalarıyla tanınan Doç. Dr. Ayselin Yıldız ile Suriye savaşı sonrası gün geçtikçe daha da belirginleşen mülteci meselesini ve bu konuda doğru bilinen yanlışları, ağırlıklı olarak İzmir üzerinden konuştuk.
Ayselin hanım sizi; AB ilişkileri, göç, sınır yönetimi, göçmen kaçakçılığı, göçmenlerin yükseköğrenime erişimi ve uyum gibi konulardaki çalışmalarınızla tanıyoruz. Son yıllarda özellikle göç ve hukuk konularını biraz daha entegre edebileceğiniz çalışmalara ağırlık vermeyi hedefliyorsunuz. Bu bağlamda; 15 yıldır alan çalışmaları yapan, sadece göç teması üzerine bir kürsüsü olan aktif bir akademisyen olarak, İzmir’in mülteci meselesinde nasıl bir yerde durduğunu düşünüyorsunuz?
İzmir aslında göçlerle kurulmuş bir bölge. Bu anlamda tarihsel olarak göç deneyimi kuvvetli bir şehir diyebiliriz. Şehir, Yunan adaları üzerinden Avrupa’ya ulaşmaya çalıştıkları bir geçiş güzergâhı sunuyor. Kimisi için İzmir serüveni çok kısa sürerken kimisi içinse bu geçiş, para biriktirilen bir yer olarak görülüyor. Diğer bir grup ise buraya bilerek gelen, hedefi doğrudan bölgeye yerleşmek olan kişilerden oluşuyor. Kendi etnik kimliğinden, arkadaşlarından, akrabalarından insanların bulunması ile bir şekilde bağlantılar kuruluyor. Bu durum aslında dünyada da böyledir. Herkes kendi kişisel bağlantı ağı üzerinden o bölgeye gider. Bu saydığım iki gruptan şu anda 150 bine yakın Suriye uyruklu mülteci bulunuyor; fakat şehirdeki mültecileri sadece Suriyelilerle sınırlandırmak doğru olmayacaktır. Zira bölgeyi geçiş şehri olarak gören Afganistan, Pakistan, Irak ve Afrika uyruklu çokça kişi var. Diğer yandan göçle kurulmuş bir şehir olmasına rağmen burada çok kuvvetli bir İzmir kimliği var. Bu biraz dışarıya kapalı ve esasen tutucu da bir kimlik. İzmir kimliğini sıcakkanlı olmak, açık fikirli olmak şeklinde tanımlıyorlar; ancak yaptığım gözlemler sonucu farklılıklara karşı kapalı ve tutucu bir yaklaşıma sahip olduklarını görüyorum.
İzmir’de yaşayan mülteciler şehirde özellikle hangi semt ve mahallelere konuşlanıyor? Biraz sosyal ve kültürel düzeyde Suriyeli mültecilerin yaşamlarından, gözlemleriniz ve araştırmalarınız ölçüsünde söz eder misiniz?
Herhangi bir uyruktan gelenler büyük ölçüde önce Basmane semtini kullanıyor. Burada bir de ekonomik hayata dahil olan Suriyeliler var. Örneğin artık yavaş yavaş kendi lokantalarını, elektronik dükkânlarını açıyorlar. Bir yandan Basmane’de geçip gidecek olanları da görüyorsunuz. Bölgedeki oteller özellikle 2015 ve 2016’da daima doluydu. Bu insanlara yönelik hizmet veren bir sektör var adeta. Bunların dışında İzmir’in belli bölgelerinde de tanıdıklarının olduğu yerlere yerleşenler var. Bunlar daha çok Arap, Kürt, Türkmen gibi farklı kimlikler üzerinden de belli bölgelerde yoğunlaşmış durumda. Mesela Kadifekale’de önceleri Kürt kökenliler vardı, şimdi Arap kökenliler de var. İnsanlar yavaş yavaş buraya entegre oluyorlar. Tabi İzmir’i sevip yerleşenler de var. Burada belki çok şahane hayatları yok; ama insanlar gittikleri yerlere yavaş yavaş kökleniyor. Bir kısmı burada evlendi, çocukları oldu, o çocuklar şimdi okula gidiyorlar. Hayatlarında hiç Suriye’yi görmemiş 8 yaşında çocuklar var, Türkçe konuşuyorlar.
Sizce mülteci meselesinde Türkiye, toplumsal düzeyde nasıl bir sınavdan geçiyor?
Aslında Türkiye bu göçe hazırlıksız yakalandı. O dönem, ‘Göç İdaresi’ yeni kurulmuştu, kanunlar henüz çok yeniydi. Türkiye’nin aslında göç tecrübesi var; ancak kitlesel göç takdir edersiniz ki başka bir şey. Türkiye aslında bu kadar insana acil müdahale etme noktasında bence başarılı bir sınav verdi; ancak dünyanın neresinde olursa olsun böyle bir deneyim, en güçlü ülkelerde dahi belirsizlik duygusunu ön plana çıkarır. Halk nezdinde bazı soru işaretlerinin olması kabul edilir bir durum. Türkiye’de insanlar esasen epey misafirperver; fakat mesele şu ki insanlar bu süreci bir misafirlik olarak gördü. Başta da politikalar hep buna göre şekillendi. Kamplar bir noktadan sonra yetmemeye başladı. Ülkemizde Suriye halkı hala geçici koruma statüsünde. Bu misafirlik 9. senesine girince halk doğal olarak, “Ne olacak?” demeye başladı. Bunun üzerine bir de ekonomik kriz yaşanınca insanlar yanlış bilgilere hemen tutuldular.
Tam da bu noktada araya girmek gerekirse; son zamanlarda özellikle Suriyeli mülteciler üzerinden bilinçli olarak pek çok yanlış bilgi aktarılıyor ve bu da doğal olarak toplumda ciddi bir kutuplaşma ya da öfke doğuruyor. Bu bağlamda mülteci meselesinde doğru bilinen yanlışlara dair neler söylemek istersiniz?
Birisi bir tweet atıyor: “Suriyeliler benim ülkemde üniversitelere sınavsız giriyor.” Bir başkası altına yazıyor: “Suriyeliler benim ülkemde çalışmadan maaş alıyor.” Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Suriye’de üniversitede okuyan nitelikli gençler, eğitimlerini bir anda yarıda bırakıp burada ne yazık ki kötü koşullarda çalışmaya başladılar. Sadece ilk dönemlerde, öğrencilerin üniversiteye devam edebilmeleri adına, sınır bölgelerinde yer alan üniversitelerle alakalı bir opsiyon söz konusuydu. Bu da zaten çok kısa süreliydi ve hemen değişti. Şu anda Suriyeli gençlerin izlediği üniversite erişim prosedürü buradaki herhangi bir Alman’dan farklı değil. Türkiye’deki insanlar kendi çocuklarının üniversiteye giremediklerini gördüklerinde, onların sınavsız girdiğini, hatta burslar verildiğini söylemeye başlıyor. Bu tip söylemlerin arkasında iki faktör var. Birincisi süre çok uzadı ve toplum artık daha fazla sorgulamaya başladı. İkincisi de az önce söylediğim gibi ekonomik krizin varlığı, bu tip cümleleri çoğalttı. İnsanlar mültecilerin hastanedeki sıralarını aldığını, onlara ücretsiz bakıldığını söylemeye başladı.
Halkların entegre olabilmeleri adına sürdürülen uyum politikalarını nasıl buluyorsunuz?
Türkiye son dönemde uyum politikalarını daha yoğun şekilde konuşmaya başladı. Bence bunun da iki taraflı olması gerekiyor. Bir tarafa haklar verip diğer grubu ihmal ederseniz ve bu bilgilendirmeyi yapmazsanız ve ev sahibi topluma süreci doğru anlatamazsanız, bir tarafı her zaman mağdur pozisyonuna sokmuş olursunuz. Bunu Türkiye’ye iyi anlatmamız lazım. Her gün Suriyelilerin daha iyi yaşaması adına yaptıklarınızı kendi toplumunuzun gözüne sokarsanız insanlar bir noktadan sonra bu durumu yadırgamaya başlar; ama örneğin 5 Suriyeliye meslek eğitimi verdiğiniz gibi 3 tane de Türk’e verirseniz, onlara aynı atmosferde, aynı amaç etrafında, birbirleriyle kaynaşma fırsatını sunmuş olursunuz. Hem birbirlerine entegre olmalarını sağlar, hem de bu topluma göçün nasıl faydalar sağlayabileceğini etkili şekilde anlatmış olursunuz. Bir şeyleri doğru yapıp halka bunu doğru anlatamazsanız sonuçlar kendi halkınızı kötü etkiler. Böyle olunca diğer tarafı bir şekilde hareketlendirirsiniz. Kendi sorunlarına sorumluluk yükleyecek bir yer ararlar ve nihayetinde günah keçisi göçmenler oluverir. Birlikte yaşayabilmeyi iyi bilen bir toplumuz ve bunun bir soruna dönüşmemesi gerekmesin arzu ediyorum.
Acaba kendi meselelerimizi biraz da Suriyeliler üzerinden mi konuşmaya başladık?
Kesinlikle. Dezavantajlı gruplara mutlak suretle insan hakları temelli bir yaklaşım sunmaya çalışıyoruz; ancak siz eğer bu hakları kendi vatandaşlarınıza bir şekilde sunamıyorsanız burada sorunlar oluşmaya başlar. Mesela diyoruz ki ‘Suriyeli kız öğrenciler neden okula gitmiyor?’ Suriye toplumunun kendi dilinde konuşamamasını, eğitim hakkını, çocuk işçiliğini, kayıtsız işçi sorununu gündeme getirirken, aslında bir bakıma da Türkiye’nin sorunu olan şeyleri konuşmaya başladık. Bu ciddi problemlerimizi Suriyeliler üzerinden konuşmaya başladık. O zaman da işte bahsettiğimiz bu ortak sorunları fark eder olduk. Burada bence bir uyruk ayrımı yok. Suriye meselesi üzerinden bu fonlar, hibeler gelmeye başladıkça, yapılan projeler aslında Türkiye toplumunun ihtiyaç duyduğu şeyleri onlar üzerinden tartışmaya başladık. Bugün, yıllarca ötelemeye çalıştığımız etnik kimlikleri ve farklılıkları konuşuyoruz. Açıkçası ben göçü, bizim kendi içimizdeki konuları sorgulamamız açısından da ciddi bir fırsat olarak görüyorum.
Bu meselenin en önemli taraflarından birini de muhakkak kadınlar ve çocuklar oluşturuyor. Özellikle kadınların böyle bir ruhsal yıkım sonrasında yaşamlarına devam edebilmeleri oldukça zorlaşıyor. Savaşa mülteci kadınların ve çocukların gözünden baktığınızda neler gözlemlediniz?
Güncel rakamlara baktığımızda 3.6 milyon Suriyeli mültecinin 1.6 milyonu kadın; ancak daha çarpıcı olan ise çocuklar. 0-4 yaş grubundan 574 bin, 5-9 yaş arası gruptan ise 499 bin çocuğun olduğunu görüyoruz. Uyum politikalarını bu yüksek kadın ve çocuk oranına göre şekillendirmemiz gerekiyor. Bu neslin dost ve birbirini tanıyarak yetişmesi lazım. İlerleyen yaşlarda bir insanı değiştirip dönüştürmeniz çok zorlaşıyor. Diğer bir mesele; kadınlar oradayken çalışma yaşamının bir parçası olabilmişler miydi? Buna da bir bakmak gerekiyor. Kadının çalışma kültürünü bir anda nasıl dönüştüreceksiniz, ekonomiye onları nasıl katabileceksiniz? Sadece göçmen kadınlar için değil, sorunların ortak olduğunu unutmadan ortak çözümler bulabilmek önemli. Bir okulda, Suriyeli erkeklerin eşlerine yalnızca çocukların okullarına gitmeleri için izin verdiklerini görmüştük. Sonra orada kendi vatandaşlarımızı ve çocuklarımızı da çağırdık. Beraber bir şeyler yapınca kaynaşmaya başladılar. Bu çok önemli! Çünkü çocuklar ne kadar kaynaşsa da iş, bir şekilde ailelerin yönlendirmelerine kalıyor. Kadınlar ve çocuklar birbirlerini bilmezlerse o uyum denilen politikalar sadece kağıt üzerinde kalır. Kadın ve çocuklar birbirlerini severse; aile, çocuk ve de dolayısıyla toplum da dönüşür.