‘Demokratik dönüşüm çalışmalarının başlatılması çok önemli bir ihtiyaç’
Gülistan Kılıç Koçyiğit, “Çatışmalı dönemin antidemokratik bütün yasal mevzuatlarının barış dönemine uygun bir demokratik niteliğe kavuşturulması için demokratik çözüm, demokratik dönüşüm çalışmalarının başlatılması çok önemli bir ihtiyaç” dedi.

Ankara- Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, Meclis’te basın toplantısı düzenleyerek, gündemdeki gelişmeleri değerlendirdi.
Balıkesir’de meydana gelen depreme değinen Gülistan Kılıç Koçyiğit, 6.1 büyüklüğündeki depremin normalde yıkıcı gücü olmayan bir deprem olduğunu belirtti. Gülistan Kılıç Koçyiğit, “Bakıyoruz başka ülkelere depremler olduğunda örneğin Rusya'da 8.8 büyüklüğünde deprem oluyor, yıkım olmuyor. Japonya'da çok büyük şiddette depremler oluyor ama binaların yıkılmadığını, insanların yaşamını yitirmediğini görüyoruz. Ama ne yazık ki Türkiye'de aslında hiçbir şekilde binanın yıkılmaması, hiçbir şekilde can kaybına yol aşmaması gereken 6.1 büyüklüğündeki bir depremde bile ne yazık ki binalar yıkılıyor. İnsanlar yaşamını yitiriyorlar. Bu ne demek aslında? Bunun her birinin aslında bu yaşananların anlamını hepimiz çok iyi biliyoruz” dedi.
Deprem vergileri nereye gidiyor?
“Deprem vergilerimiz nereye gidiyor?” diye soran Gülistan Kılıç Koçyiğit, deprem vergilerinin binaların güçlendirilmesi, şehirlerin depreme dayanıklı hale getirilmesi için kullanılması gerektiğini ama insanların içinde yaşadığı binaların depremde tabut haline geldiğini kaydetti. Gülistan Kılıç Koçyiğit, “Albert Camus'un bir sözü var. ‘Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakınız.’ Evet, bakalım. Türkiye'de insanlar nasıl ölüyor? Yangın çıkıyor, yangında yaşamını yitiriyor. Sel oluyor, selde ölüyor. Deprem oluyor, binanın altında, enkazın altında günlerce belki de bağıra bağıra feryat ede ede yaşamını yitiriyor. Ya da en nihayetinde cezaevlerinde hasta mahkûm oluyor ve cezaevi kapılarından tabutlar çıkıyor. Yani sudan ucuz ölümler ve hiçbir şekilde ölünmemesi gereken durumlarda ülkemizdeki insanlar ölüyor. Nasıl yaşıyoruz? Tesadüfen yaşıyoruz aslında. Her birimizin bu ülkede tesadüfen yaşadığını çok iyi biliyoruz ve buna karşı da hiç kimse, hiçbir yetkili sorumluluk almıyor. Türkiye deprem kuşağında olan bir ülke. Neredeyse ülkenin dört bir yanında fay hatları geçiyor. Öyle yeni eskimiş fay hatları da değil gayet genç fay hatları var. Ve her geçen yıl neredeyse 3 yıl, 5 yıl arayla sürekli depremler kendisini bize hatırlatıyor. Ama halihazırda hiçbir tedbir yok. Ben son yıllarda 2003'ten beri olan depremleri size tarihsel olarak hatırlatmak istiyorum. 1 Mayıs 2003 Bingöl, 8 Mart 2010 Elazığ, 23 Ekim 2011 Van, 24 Ocak 2020 Elazığ, 30 Ekim 2020 İzmir ve son olarak da 6 Şubat 2023 Elbistan ve Pazarcık depremleri çok büyük depremlerdi ve bu depremlerde biz özellikle de Pazarcık Elbistan depreminde resmi rakamlara göre 50 bin ama gayri resmi rakamlara göre, gerçeğe göre çok daha fazla insanımızı yitirdik, yaşamlarını yitirdiler” diye belirtti.
Gülistan Kılıç Koçyiğit, konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Peki bütün bunların içerisinde gerçekten devlet, iktidar, hükümet dönüp baktı mı? Dedim ya benim bu insanlarım niye böyle ölüyor? Niye ben dönüp de önlem almıyorum sorusunu soran oldu mu? Bir özelleştirme yapan oldu mu? Hayır. Ne yaptılar? Kamunun denetim görevini özel şirketlere yapı denetim firmalarına verdiler. Yapı denetim firmaları zaten müteahhitlerle işbirliği halinde. Şurası kolonu eksik olmuş, bir şey olmaz. Demirin demir ince, onluk demir olması gerekiyor. Hayır, beşlik demir. Bir şey olmaz. Beton kalitesi uygun değil, bir şey olmaz diye diye bu ülkenin yapı stoğunu gittikçe çürüttüler ve kamunun denetim görevini tasfiye ettiler. En önemlisi bu alanda bağımsız olarak çalışan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği'nin denetim görevini yetkilerini sınırlandırdılar ve yozlaşan gittikçe denetimden uzaklaşan bir sistem inşa ettiler ve her birimiz şu anda aslında canlı canlı tabutlarımızın içinde yaşıyoruz ve hangi depremle ne zaman öleceğimizin kaygısıyla nefes alıp hayatlarımızı devam ettirmeye çalışıyoruz.
İnsanlar sudan ucuz gerekçelerle yaşamlarını yitiriyorlar
Peki bütün bunların karşısında gerçek anlamda 'ne yapmak gerekir' sorusunu bu ülkede yüksek sesle soran bir mercii var mı? O da yok. Neden? Çünkü toplumu bastırdıkları gibi denetim mekanizmalarını yok ettikleri gibi aslında en önemli güç olan kamu adına soru soran halkın bilgilenme hakkını sağlayan basını da, özgür basını da susturdukları için medya gücünü de tekellerine aldıkları için bugün Çanakkale'de yangın olduğunda ya da Balıkesir'de deprem olduğunda yandaş yayın kanallarının bunu bir kader, bir fıtrat, kaçınılmaz bir son gibi servis ettiğini görüyoruz. Kimse dönüp şu soruyu sorma cesareti taşımıyor. Niye bu binalar böyle? Kamu ne yapıyor? Yerel yönetim ne yapıyor? Çevre Şehircilik Bakanı ne yapıyor? Bayındırlık Bakanlığı ne yapıyor? Bütün bunların bu soruları soracak tek bir merci, tek bir kurum, tek bir otorite kaldı mı bu ülkede? Hayır, kalmadı. Herkes suspus. İnsanlar sudan ucuz gerekçelerle yaşamlarını yitiriyorlar, ölüp gidiyorlar.
İktidar bu can kayıpları ve yıkımların birebir sorumlusudur
Hesabını veren var mı? Hayır, yok. Herkes rahat rahat koltuğunda oturuyor. Bir tane bürokrat, bir tane yetkili istifa etme ihtiyacı duymuyor ya. Bu kadar utanmaz bir yaklaşım olabilir mi? Niye uçak envanteri yeterli değil? Niye yangın söndürme helikopteri yok? Niye Türk Hava Kurumu güçlendirilmiyor? Bunların bir soru bu soruların bir cevabı olmalı. Ve soruyoruz. Son meclis kapanmadan çıkan zeytinlikleri talan etme yasası, maden enerji ve maden yasasıyla bu çıkan yangınların bir ilgisi var mıdır? Bu yangınların sabotaj olma ihtimali sorusunu soruyoruz. Bu kadar eşzamanlı, bu kadar farklı noktada, bu kadar büyük yangın olması açıkçası bizleri düşündürüyor ve bu soruların cevabını da vermeleri gerekiyor. Evet, şans eseri yaşıyoruz. Oysa ki bu ülkenin bilgi birikimi de, bu ülkenin kaynakları da bu ülkenin sorunlarını gidermeye yetecek kapasitede. Ama ne yazık ki liyakatsizlik nedeniyle, denetimsizlik nedeniyle, yandaşı semirtme içgüdüsü nedeniyle, ihtiyacı nedeniyle bile bugün toplum, bugün doğa, bugün yaşamlar yok ediliyor ve bütün bunlar bilerek ve isteyerek yapılıyor. Burada bir zorunluluktan değil, bir siyasal tercihten bahsediyoruz. Evet, bu bir siyasal tercih. O nedenle rant politikalarından vazgeçmeden, denetim mekanizmalarını hayata geçirmeden, bilimsel veriler ışığında halkın can güvenliğini esas alan ve ekolojik dengeyi, ekolojik sistemi gözeten, doğayı gözeten bir Afet yönetim planı devreye girmeden, bu plan hayata geçirilmeden bizim ne yangınların önüne geçmemiz, ne sellerin önüne geçmemiz, ne de bunlar olduktan sonra gerçekten yaşamları korumamız mümkün değildir.
Ülke yanıyor
Artık yeter. Kafanızı kuma gömmekten vazgeçin. Liyakatı, bilimi esas alın. Dönün ülkeye bakın. Ülke yanıyor, ülke yıkılıyor. O tumturaklı bakanlık koltuklarından inin. Bir sahaya gidin. Bir hakikati görün. Gidin şu anda Çanakkale'de yanan köylünün bir feryadını dinleyin. Bunu yapmadığınız sürece o koltuklardan gelir basın toplantılarında daha çok demeç verirsiniz. Ama bunun kimseye bir faydası olmaz. Şimdi her yer dökülüyor lime lime. Sadece mesela yangınlar, deprem vesaire değil. Bir e-devlet skandalı ile karşılaştık ve gördük ki aslında muazzam bir çürüme ile yozlaşmayla karşı karşıyız. Burada konuşacağımız meselenin sadece birkaç sahte belgeden, taklit edilen e-imzalardan, birkaç yoldan çıkmış yöneticiden ibaret olmadığını ifade etmemiz gerekiyor. Sahte diploma skandalı aslında tüm siyaseti zehirli bir sarmaşığın sadece uçlarını bize gösterdi. Evet, bütün sistem çürümüş, bütün sistem yozlaşmış, dikkatsizlik almış, başını gitmiş. Biz bunun sadece şu anda bir kısmını görüyoruz ve gördüğümüz kısmı da gerçekten hepimizi dehşete düşürüyor. Onu söylememiz gerekiyor. Bütün bu e-devlet skandalı patlak vermişken neyi öğrendik? Türkiyeli bazı öğrencilerin, yabancı ülkelerin pasaportlarını alarak Türkiye'deki fakültelere yine kayıt yaptırdıkları haberini gördük.
Sahte diploma krizi
Her geçen gün yeni bir skandal ve yeni bir yozlaşmayla karşılaşıyoruz. Şimdi bu derin ahlaki yozlaşmayı hukuki ve siyasi çürümenin de ne kadar yaygın olduğunu hepimize gösteriyor. O anlamıyla bu çete skandallarının sistemin içinden bizzat örgütlendiğini görmemiz gerekiyor. Burada liyakati tasfiye eden yandaşlığı ve itaati esas alan sistemin bütün bunlara yol verdiğini, bunların yolunu açtığını da ifade etmemiz gerekiyor. Şimdi milyonlarca öğrenci canla başla çalışıyor. Dershaneye gidiyor, özel öğretmen tutuyor ailesi, üniversiteye gidiyor. Dirsek çürütüyor, okuyor, bitiriyor üniversiteyi. Daha sonra iş bulma umuduyla geziyor. Her yere CV'lerini gönderiyor. Günün sonunda üç harfli olan marketlerde ancak kasiyerlik bulabiliyor. Yetmiyor, gidiyor inşaatlarda çalışıyor, inşaatlarda düşerek yaşamını yitiriyor. Ama bunun sonucunda parası olan basıyor parayı, alıyor diplomayı, geliyor en yüksek mevkiye. İsterse doktor oluyor, isterse mühendis oluyor, isterse akademisyen oluyor.
Gidiyor, giyiyor orada öğretim görevlisi cübbesini ve ders veriyor. Biz günün sonunda sahte diplomalı doktora muayene olan, sahte diplomalı mühendisin yaptığı binada oturan, sahte diplomalı mühendislerin çizdiği kentlerde yaşayan bir duruma düşüyoruz. Hepimizin yaşam hakkı başta olmak üzere bütün hakları şu anda tehlike altında. O anlamıyla bunun rejimin temel karakteri olduğunu, bir istisna olmadığını, bir tercih olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Evet, sahte diploma üretip satanlar, çete kuranlar, gayri meşru işler yapanların ortak noktası ne peki? Bu ülkede inandırıcı, caydırıcı, gerçek anlamda hukuksal bir yargı sisteminin olmamasından cüret devşiriyorlar. ‘Yanımıza kar kalır.’ diyorlar. ‘Kim bizi sorgulayacak?’ diyorlar. Arkamızda büyük büyük siyasi abiler var diyorlar. Dayılarımız var diyorlar ve buna güvenerek de her geçen gün yolsuzluk üzerine yolsuzluk, çete faaliyeti üzerine de çete faaliyeti yapıyorlar. Çünkü bu ülkede hukuk rafa kaldırıldı. Bu çeteciler bunu çok iyi biliyor. Bu ülkede AİHM kararları uygulanmıyor. AYM kararları uygulanmıyor. Ne diyordu bir zamanların İçişleri Bakanı? 'Siz gereğini yapın. Hukuk arkadan gelir' diyordu. Şimdi böyle bir sistemin içerisinde kim güç devşirecek? Tabii ki çeteler güç devşirecek ve bunlar yol alacaklar.
Ne oluyor? Olay oldu değil mi? Bolu'da yangın oldu. Sonuna kadar üzerine gideceğiz. Yeni Doğan Çetesi skandalı patladı. Sonuna kadar üzerine gideceğiz. E-Devlet skandalı patladı. Sonuna kadar üzerine gideceğiz. Hep aynı tumturaklı laflar. Günün sonunda 1 milim yol alınmadığını ve yapanın yanına kar kaldığını, giden canların bir hiç uğruna gittiğini, acılı ailelerin yasından, kahrından, adaletsizlikten mahvolduğunu görüyoruz. Ama buna karşı hiç kimse bir söz söylemiyor. Sabah akşam milli güvenlikten, devletin bekasından, milletin bekasından, güvenliğin her şey olduğundan bahseden bir hükümet var. Ama veri güvenliğimizi bile sağlayamıyor. Verilerimizi herkes ele geçirebiliyor. Bütün verilerimiz de şu anda şu tehditle karşı karşıya Biri e-devlet sisteminize girebilir. Sizin adınıza istediğiniz işlemleri yapabilir. Hepimiz için bu tehlikenin, bu riskin olduğunu görüyoruz. Ama bütün bunlara kulak asan yok. Bütün bunlara dönüp bakan yok. O anlamıyla söyleyelim. Bu e-devlet skandalı ya da bu sahte diploma çetesi bakın 2010'dan beri faaliyet yürütüyormuş. 2010'dan 2025'e tam 15 yıldır faaliyet yürüten bir çete eğer siyasi ayağı olmazsa eğer İçeriden, kurumlardan, bürokratlardan, orada çalışanlardan yardım almazsa ayakta kalması mümkün müdür? Hayır, mümkün değildir. Onun için sistemin şu anda 3-5 kişiyi tutuklamak, 3-5 kişiyi yargı önüne çıkarmanın bu skandalı açığa çıkarmayacağını açık ve net ifade edelim.
Bunun siyasi ayağı ortaya çıkarılmadan bu sürecin gerçek anlamda açığa çıkması ve adaletin tecelli etmesi mümkün değildir. Onun için açık ve net söyleyelim. Hırsız içeride ise kilit işe yaramaz. Hırsız içeride bizzat sistemin içine çöreklenmiş ve sistemi içten içe çürütüyor. Çürüttükçe de topluma sirayet edip, toplumu da çürütmeye devam ediyor. O anlamıyla siyasi ayağın açığa çıkarılması için herkesin hız bir şekilde harekete geçmesi gerekiyor.
Toplumun örgütlenmesi gerekiyor
Bu zehirli sarmaşık ahtapot gibi dört koldan bütün kurumları ele geçiren bu çete mantığının sadece buzdağının görünen yüzü olduğunu da hepimiz iyi biliyoruz. Eğer gerçek anlamda bu ülkede demokratik bir devletin dönüşümü gerçekleşirse, adalet tecelli ederse, hukuk üstünlüğü ve liyakatli bir sistem inşa edildiğinde bugünlere dönüp baktığımızda ne kadar büyük bir yozlaşmanın ve çürümenin olduğunu, nasıl devlet kurumlarının 3-5 tane kişinin rantı ve çıkarı uğruna hiç edildiğini, ortada aslında devlet diye bir mefhumun kalmadığını, bir kabuğa dönüştüğünü, o kabuğun içinin boşaltıldığını, bir kişiler sisteminin şu anda yürüttüğünü, ayakta durduğunu hep beraber görme şansına da sahip olacağız. O anlamıyla burada mesele sadece kurumlara değil, topluma da büyük bir sorumluluk düşüyor. Toplumun da bu çürümüşlüğe karşı gerçekten ses çıkarması, örgütlenmesi ve hakkını savunması gerekiyor. Bugün toplum devletin karşısında bu çetelerin karşısında devlete çöreklenmiş çeteler karşısında savunmasız bir pozisyondadır. Onun için örgütlenerek temel hak ve özgürlüklerini koruması gerekiyor ve biz bu çağrımızı buradan bir kez daha yapmak istiyoruz.
OHAL komisyonu
2016 yılında 2013-2015 yılındaki çözüm süreci sonlandırılmış, buzdolabına kaldırılmış ve yeniden çatışmalı süreç başlamıştı. 2016 yılında çatışmalı sürecin başlamasını istemeyen 2000'e yakın barış akademisyeni 'bu suça ortak olmayacağız' adında bir bildiriye imza attılar. Hızlı bir şekilde bu bildiri kriminalize edildi ve 20 Temmuz 2016'da ilan edilen OHAL'den sonra da çıkarılan 1 Eylül 2016'da ilk çıkarılan KHK ile beraber ki 672 sayılı KHK'ydı. 2 yıla yayılan bir süre içerisinde 400'den fazla barış akademisyeni uzaklaştırıldı. Pasaportlarına tahdit konuldu ve bütün hakları iptal edildi. O dönem bunlar yargıya gittiler. Ama hızlı bir şekilde OHAL komisyonu ihdas edildi ve bütün yargılamalar OHAL Komisyonu'na önce gönderildi. OHAL Komisyonu tam 5 yıl boyunca insanların dosyalarını gözetmedi. Her seferinde meclise getirip süreyi uzattılar ve 5 yılın sonunda sonlanan dosyalar oldu. Bunların sonucunda İdare Mahkemesi'ne gittiler ve İdare Mahkemesi de bu 5 yılın sonucunda bazı akademisyenleri görevlerine iade etti. Sonuç ne oldu? Sonra tekrar bu üniversiteler istinafa başvurdular. Ve geri dönüşleri engellemeye çalışıyor. Düşünebiliyor musunuz? Bir yargı kararıyla üniversiteye dönen akademisyenin haksız yere üstelik üniversiteden uzaklaştırılan akademisyene karşı aynı üniversite ‘Ya hayır, görevine dönmesin’ diye istinafa başvuru yaptı ve bunun sonucunda birçoğu hala görevlerine dönebilmiş değiller.
Şimdi bütün bunları üst üste koyduğumuz zaman ne kadar büyük bir garabetle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Şimdi özellikle bir karara dikkatinizi çekmek istiyorum. Danıştay 11 Temmuz günü yani tam da silahların imha edildiği gün bir karara imza attı. Barış akademisyenleri için olumlu bir karara imza attı. Dedi ki: 'İhraç hukuksuz, göreve dönmeleri gerekir ve bildiri olumsuz sonuç doğurmuyor. Çatışmaların sona erdirilmesi talebi baskın, bu bildiridir ve biz de bunu olumlu bir gelişme diye ifade ettiler. Biz bunu çok olumlu bir gelişme olarak gördük ve dedik ki: ‘Evet, nihayet hakkaniyete, hukuka uygun bir karar verildi.’ Ama tekrar Danıştay bir karar aldı. 'İhraçlar hukuka uygun' dedi. Sonra tekrar bir karar aldı. 'İhraçlar hukuka uygun değil' dedi. Gerçekten aklımızla dalga geçiyor dediğimiz mesele bu. Şimdi soruyoruz. Danıştay konjonktüre göre mi, siyasete göre mi rota çiziyor? Birileri Danıştay'a talimat mı veriyor? İlk kararı beğenmeyenler ikinci bir karar aldırıp Danıştay'ın kararını mı değiştiriyor? İkinci kararı beğenmeyen daha büyük bir güç tekrar arayıp tekrar kararını mı değiştiriyor? Bu soruları sormamız gerekiyor. Bunun ucunda ne var? Gerçek anlamda 400 barış akademisyeninin bilimsel üretim yapmalarının engellenmesi, akademik kariyerlerinin hiç edilmesi Ve onların kürsülerinden, üniversitelerinden, öğrencilerinden uzaklaştırılması gibi bir sonucu doğuruyor. Ama bütün bunlara da aldıran olmadığını görüyoruz.
Sürece demokratik katılım mekanizmalarının genişlemesi
Komisyonun 3'üncü toplantısı var ve Meclis'te kurulan demokrasi komisyonu bugün 3'üncü toplantısını yapacak. Biz DEM Parti olarak bu komisyonun kurulmuş olması ve yola çıkmış olmasından memnuniyet duyduğumuzu tekrar ifade etmek istiyoruz. Gerçekten Kürt sorunun demokratik ve barışçı çözümünü yönelik her samimi girişim, adım Türkiye'nin demokrasi yolunda ilerlemesine önemli katkılar sunacaktır. Biz de bu sürecin yapıcı bir şekilde ilerlemesi için üzerimize düşen bütün sorumluluğu canla başla ortaya koymaya hazırız ve bunu yapmaya çalışıyoruz. Komisyon Kürt sorununun siyasal zeminde tartışmasına bir olanak sağladı ve bu olanak nedeniyle de önemli bir görevi ve işlevi var. Hemen hemen bütün siyasi partilerin bu komisyonda yer alması çok önemli. Bir siyasi mutabakatla kurulması bizim açımızdan çok önemli. Bu da gerçekten sürecin olumluya evrilmesi açısından umutvar olmamızı, umudumuzu büyüten bir gelişme. Onu söyleyelim.
Ortadoğu'da bu kadar çok savaş varken, bu kadar çok çatışma varken ve bütün bunların Türkiye'ye etki etme potansiyeli bu kadar yüksekken, her geçen gün krizler derinleşirken Türkiye'nin kendi sorununu gerçek anlamda barışçıl ve demokratik bir zeminde çözmeye çalışması çabalaması, diyalog ve müzakereyi esas almasının çok çok kıymetli olduğunun altını çizmek isteriz. Meselenin tartışılması, konuşulması açısından bu siyasi partilerin gösterdiği katkının da en az konuşulması kadar önemli olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Sürece demokratik katılım mekanizmalarının genişlemesi ve sürecin toplumsallaşması açısından da hayati bir önemde
Ekim ayı takvimi belirlenecek
Tabii komisyon çalışmalarının en önemli ayaklarından birisi de sürecin toplumsallaşması, barışın toplumsallaşmasıdır. Bunun için de komisyonun bugünkü gündeminin de isabetli bir gündem olduğunu düşünüyoruz. Akademisyenlerin, baroların, ilgili bütün kurumların, hak örgütlerinin burada Kürt sorunu ve demokratik barışa dair sözü olan, fikri olan, çözüm önerisi olan herkesin dinlenmesi, sürece demokratik katılım mekanizmalarının genişlemesi ve sürecin toplumsallaşması açısından da hayati bir önemde. Biz bunun çok önemli bir gelişme olduğunu ifade etmek isteriz. O anlamıyla Meclis çatısı altında olmak üzere bunun başka zeminlerde de sürecin toplumsallaşması için de herkesin elinden gelen çabayı da sarf etmesi gerektiğini söylememiz gerekiyor. Fakat burada ayırt edici bir noktanın da altını çizmemiz gerekiyor. Sonuçta bu saatten sonra artık tespit yerine çözüm, acıları yarıştırma yerine ortak geleceği inşa etmeyi gündemleştirmeli ve buna odaklanmalıyız diye de düşünüyoruz. Tabii ki komisyon kendi yol haritasını oluşturacak ve pratik bir süreci de önüne koyacak. Bugün muhtemelen Ekim ayına kadar olan takvimi de birlikte tartışıp birlikte konuşma imkanı bulacağız diye düşünüyoruz.
Komisyon sürecin hukuksal teminatını sağlamalı
Ama komisyona dair kendi görüşümüzü de ifade etmek isteriz. En önemlisi bu komisyon sürecin hukuksal teminatı ve süreci yürütenlerin hukuksal güvencesini de sağlamalıdır. Sürecin tarafların demokratik siyasete ve toplumsal yaşama katılım kanallarının açılması ve en nihayetinde barışın kendisinin hukuksal güvenceye kavuşması için çaba içerisinde olmalıdır. Çatışmalı dönemin antidemokratik bütün yasal mevzuatlarının barış dönemine uygun bir demokratik niteliğe kavuşturulması için demokratik çözüm, demokratik dönüşüm çalışmalarının başlatılması çok önemli bir ihtiyaç. Sorunun siyasal nedenlerinin kapsamlı bir şekilde ele alınarak demokratik çözüm adımlarının sayıcı olarak belirlenmesi gerekiyor. Barışın önce dilde başlayacağı gerçeğinden hareketle barış ve çözüm dilinin her yere sirayet etmesi, her alanda gelişmesi için de teşvik edici bir rolü olması gerektiğini düşünüyoruz. Kürt sorununa yönelik çözüm politikaları geliştirilirken atılacak adımların aynı zamanda Kürt sorunundan kaynaklanan bütün demokrasi sorunlarının çözüm yolunu da açacağı perspektifiyle yaklaşılması gerekiyor.
Gerçek barış için mücadele edeceğiz
Çok söyledik, bir kez daha söyleyelim. Demokrasi Türkiye demokratikleşmeden Kürt sorunu çözülemez. Kürt sorunu çözülmeden Türkiye demokratikleşemez. O anlamıyla Kürt sorununun çözümünü demokrasi meselesinden ayırt edip yalıtık bir şekilde ele almayı asla doğru bulmadık ve böyle bir yaklaşımın da hayat bulmayacağını, karşılık bulmayacağını da ifade etmemiz gerekiyor. Tüm bu adımlar özelde komisyonun, genelde ise siyasetin Yönetimin, parlamentonun ve demokratik kamuoyunun da ortak bir sorumluluğudur. Hepimizin bu ortak sorumluluğun gereğini yapacağımıza olan inancımızı da yenilemek istiyorum. Geldiğimiz nokta itibariyle dünden, önceki günden ve geçen aylardan daha ileri bir noktadayız. Yarınlarda bugünlerden daha ileri bir aşamayı yakalayacağımıza da inanıyoruz. Hiç kuşkumuz yok bundan açıkçası. Durmayacağız, çalışacağız, barış için, Kürt sorunun demokratik çözümü için gerçek anlamda hep beraber mücadele edeceğiz ve şunu iyi biliyoruz ki çözüm var, demokratik çözüm mümkün ve bu çözümü yapacak feraset bu ülkede var. Siyasi kararlılık olduktan sonra bunun toplumsal mutabakatının da her geçen gün geliştiğini, derinleştiğini de hepimiz görebiliyoruz. Onun için barışı ve demokrasiyi her gün daha da büyütecek, daha da geliştirecek bir yaklaşıma hepimizin bir dile ihtiyacı olduğunun altını çizerek sözlerime son vermek istiyorum. “