“Bebeğimle cezaevine girmeyi göze alamadım”
Şair Narin Yükler, siyasi nedenlerden dolayı 10 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılınca sürgün bir yaşamı tercih etmek zorunda kalmış. Yükler’in Yargıtay’daki dosyası onaylanınca o dönem kızı 40 günlükmüş biraz da bu nedenle kalmayı değil gitmeyi tercih etmiş. Hukuksuzca yargılandığını ve cezalandırıldığını belirten Yükler, “Bebeğimle cezaevine girmeyi göze alamadım ve gitmek zorunda kaldım. Ayrıldıktan sonra bana ceza veren mahkeme devlet tarafından kapatıldı. Ceza veren hâkimler şu an ‘FETÖ’ operasyonları kapsamında tutuklu. Beni gözaltına alan polisler ve emniyet müdürü aynı operasyon kapsamında aranıyorlar.” diyor.
Şair Narin Yükler, siyasi nedenlerden dolayı 10 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılınca sürgün bir yaşamı tercih etmek zorunda kalmış. Yükler’in Yargıtay’daki dosyası onaylanınca o dönem kızı 40 günlükmüş biraz da bu nedenle kalmayı değil gitmeyi tercih etmiş. Hukuksuzca yargılandığını ve cezalandırıldığını belirten Yükler, “Bebeğimle cezaevine girmeyi göze alamadım ve gitmek zorunda kaldım. Ayrıldıktan sonra bana ceza veren mahkeme devlet tarafından kapatıldı. Ceza veren hâkimler şu an ‘FETÖ’ operasyonları kapsamında tutuklu. Beni gözaltına alan polisler ve emniyet müdürü aynı operasyon kapsamında aranıyorlar.” diyor.
EKİM YAĞMUR
Ankara- Sürgünlük biraz da anıların tanıklığında yaşamaktır. Belki de bir valize sığdırılmaya çalışılan yaşamlardır! Narin Yükler de yaşamını bir valize sığdırıp gitmek zorunda kalanlardan… “Çocukken geçtiğiniz sokaklar değişir, evler eskir, yaşlılar ölür, çocuklar büyür... Biz çocukken geçtiğimiz sokakların değişip değişmediğini, o sokakta oynayan çocukların büyüdüğünü, yaşlılarımızın öldüğünü göremedik.” diyen Şair Narin Yükler ile bir valize neler sığdırdığını, sürgünlüğü ve sözcüklerle olan hikâyesini konuştuk.
• Yaşadığınız kentlerin mekânlarını ve insanlarını etkili bir anlatımla kaleme almışsınız. Size bu sözcükleri yazdıran sürgünlük mü?
Evet, yazdığım ilk şiirlerde sürgünlüğün etkisi vardı. Fakat bir zamanlar bulunduğum mekânların her ayrıntısını hafızamda tutmayı fotoğraf hevesime bağlayabilirim. Anlar, mekânlar bir fotoğraf gibi durur zihnimde hep. Bazen üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen bir kişiye, bir şehre, bir görüşmeye veya bir yere ait zihninizde birkaç cümle kalır. Benim öyle olmaz. Fotoğraf kalır bende. Sözcükleri olmayan, sessiz bir fotoğraf.
Şu an ayrıldığım evi anımsıyorum bunları söylerken. Birkaç fotoğraf düşüyor zihnime. Bachelard’ın mekânlara, o “eski eve’’ dair yazdıkları geliyor aklıma. Yazdıkları da bir fotoğrafa dönüşüyor. Evin merdivenlerinden üçer beşer çıktığını anımsıyordu o. Ben de kapısını anımsıyorum evin. Gittiğim her yerde ilk kapılar dikkatimi çeker. Çıkınca evinizin kapısını dönmek üzere kapatırsınız. Ev, nihayetinde dönülen bir yerdir. Belki de kapattığım evin kapısını dönüp açamadığımdandır kapılara olan ilgim.
“O dönem kızım 40 günlüktü”
• Bir sürgün hikâyeniz var. Nasıl oldu o sürgün, neden gitmek gerekti? Nereye ve nasıl gittiniz?
2011 yılında kaybettiğim telefonum, polise taş ve molotof atan birinin sırt çantasında kırk telefonla birlikte bulundu. Gözaltına alındığımda öğrendim bunu. Polise taş atıldığı gün oteldeki işimde olduğumu kanıtlayınca serbest bırakıldım. Benimle birlikte birçok kişi gözaltına alınmıştı. Bazıları tutuklanmış, bazıları bırakılmıştı. Dava birkaç yıl sürdü. 2013’te gizli tanık ifadesi eklenerek tüm sanıklara ceza verildi. Belli ki dosya okunmamış, herkese tek ve aynı ceza verilmişti. 10 yıl 4 ay olan cezam 2014 Ekim ayında onaylandı. O dönem kızım kırk günlüktü. Zaten hukuksuzca yargılanmış ve cezalandırılmıştım, üzerine bebeğimle cezaevine girmeyi göze alamadım ve işimden ayrılarak bulunduğum yeri terk ettim. Ben ayrıldıktan sonra bana ceza veren mahkeme devlet tarafından kapatıldı. Ceza veren hâkimler şu an ‘FETÖ’ operasyonları kapsamında tutuklu. Beni gözaltına alan polisler ve emniyet müdürü aynı operasyon kapsamında aranıyorlar. Devlet, kibri gereği özür dilemeyendir. Biliyorum, biliyoruz. Meşhur bir film repliğini hatırlatıyor bazen arkadaşlarım; “Pardon diyecek devlet sana bir gün” diyorlar. Doğrusu tam “pardon”luk bir durum ama kimseden özür de merhamet de beklemiyorum. Direnmeyi ve mücadele etmeyi önemsiyorum.
“Biz o sokakta oynayan çocukların büyüdüğünü ve yaşlılarımızın öldüğünü göremedik”
• Doğduğunuz coğrafyadan gitmek... Ağır olmadı mı sizin için?
Olmaz mı? Gitmek sizin tercihiniz değilse dönmek üzere kurarsınız tüm yaşamınızı. Ben şu an kaldığım (yaşadığım diyemiyorum) evi istediğim şekle çeviremiyorum mesela. Geçen gün yeni bir perde almak istedim, vazgeçtim. Misafir gibi görüyorum kendimi. Sadece günü kurtarıyor gibi. Altı yıl oldu ama hâlâ bir gün evimize dönersek duvarları şu renge boyarım, diye düşünüyorum. Takıntı değil bu. Sürgünün kalıcı bir evi yok. Geride bıraktığınız evden başka bir ev yok. Geçtiğiniz o son sokak öyle sizi bekliyor olacak sanıyorsunuz. Geride bıraktığınız yakınlarınız o son fotoğraftaki gibi karşılayacak sizi. Dedeniz hâlâ aynı yaşta, yeğenleriniz küçük, bekâr olanlar evlenmemiş, kardeşleriniz okullarını bitirmemiş gibi... Her şey ayrıldığınız o son güne ait fotoğraftaki gibi sizi bekliyor olacak sanıyorsunuz. Gerçeğe aykırı bu, değil mi? Ninemi, amcamı kaybettim mesela. Ama öldüklerine şahit olamadım. Mezarlarını görmedim. Ben bıraktığımda yaşıyorlardı. Sanki kimseyi kaybetmemiş gibi hissediyorsunuz böyle olunca. Bıraktığınızda çocuk olanların sizden sonra büyüdüğünü söylüyorlar. Kulağa yanıltıcı geliyor. Büyüdüğüne şahit olamadığınız bir çocuğun sizdeki anısı sadece çocukluğuna aitse kim inandırabilir sizi onların büyüdüğüne, zamanın geçtiğine? Zaman fark ediş, idrak edişle değerli değil midir? Geçtiğini nasıl anlarsınız? Çocukken geçtiğiniz sokaklar değişir, evler eskir, yaşlılar ölür, çocuklar büyür... Biz çocukken geçtiğimiz sokakların değişip değişmediğini, o sokakta oynayan çocukların büyüdüğünü, yaşlılarımızın öldüğünü göremedik. Her şey orada kaldı. O fotoğrafta.
Döndüğümde neyi nasıl bulacağımı bilemiyorum. Bu ürkütüyor beni. Sizin orada bırakıp öylece dondurduğunuz hayat gerçekte akıp gidiyor ama siz fotoğraftan çıkıyorsunuz. Onların anılarından da. Çocuklar büyüyor mesela anılarında siz yoksunuz. Belki gerçekte bir teyzesiniz ama yeğeninizin hafızasında bir yeriniz yok. Çünkü gerçekte hiç görmemiş, sarılmamış, öpmemişsinizdir. Onunla ortak bir anınız yok. Kız kardeşinizin düğün, doğum anlarında yoksunuz. Arkadaşlarınızın zor günlerinde veya ailenizin mutlu gününde. Bazen fotoğraf gönderiyor yakınlarım bana. Uzun uzun bakıyorum. Her şey, herkes değişmiş ama mutlak olan tek gerçek var; artık fotoğraflarda siz yoksunuz. Fotoğraflardan eksilen kişi sizsiniz. Fotoğraflardan, anılardan eksilen benim. Geri döndüğümde her şeyin değiştiğini göreceğime kim ikna edebilir beni? Ancak yaşarsam göreceğim. Deneyimlersem...
“Yazan erkekler üretimlerinde ezdikleri kadınların payını hiç düşünüyorlar mıdır acaba?”
• Kürt kadınlarının yazma serüveni Dengbêjlik geleneği ile başlar. Mesela Meyem Xan, Ayşe Şan gibi isimler dengbêjlik yapabilmek için büyük mücadele verir. Yani denbêjliği kadınlar başlatır ancak, onlara yasaklanır.... Peki siz eril dille inşa edilmiş bu dünyada ne gibi zorluklar yaşadınız?
Kadınlar yaptıkları her işte türlü zorluklarla karşılaşıyorlar. Aile, eş, toplum baskısı.... Bunlar üretimi doğrudan etkiliyor. Bu baskılarla karşılaşmayan kadınlar ise cinsiyet eşitsizliğinden, eşit olmayan iş bölümünden, yazınsal hayatlarına odaklanamıyorlar. Bunlar da toplum tarafından görünmeyen engeller. Örneğin bir kadın yazı masasına oturuncaya kadar kaç işi bitirmesi gerektiğini düşünüp o masaya oturuyor? Kaç kadın yazmayı önleyici bu engelleri aza indirgeyebiliyor? Ben azaltamıyorum. Küçük bir kızım var. Onun bakımı, eğitimi derken günün bittiğini fark ediyorum. Kalan çok az vakti de okumaya ayırmak zorunda kalıyorum. Aynı endişeleri kaç erkek taşıyor? Yazan erkekler üretimlerinde ezdikleri kadınların payını hiç düşünüyorlar mıdır acaba? Henüz düşünmedilerse, düşünsünler isterim.
• Sözcüklerle olan yolculuğunuz nasıl başladı?
İlk şiirlerimden de anlaşılabileceği üzere sürgünlükle başladı. Yazıyla direnme, yazıyla sağalma, yazıyla çoğalma iyi geldi.
“Dil, her şeyden önce kendinizle aranızla kurduğunuz bir bağ”
• Sizi iki dilli bir şair olarak mı tanımlamalıyız? Türkçe veya Kürtçe yazarken ne değişiyor sizde?
Yazmaya Türkçe ile başladım ama ben kendimi iki dilli bir şair olarak görmek istemiyorum. Ben kendimi yazmaya Türkçe ile başlayıp Kürtçe ile devam eden bir şair/yazar olarak görmek istiyorum. Bu, birkaç yıl önce uyandı içimde. Sonra büyüdü, büyüdü, büyüdü...
Türkçe yazdığınızda daha çok kişiye ulaşabiliyorsunuz. Okunma, tanınma oranınız artıyor. Bu, Türkçe yazan bütün Kürt yazarları/şairleri cezbediyor. Fakat içinizde bir şeyler oturmuyor yerine. Dil okuyucuyla aranızda kurduğunuz bir bağ. Fakat her şeyden önce kendinizle aranızla kurduğunuz bir bağ. Kendinizi hangi seste görmek istiyorsunuz? Bu önemli.
• İlk şiir kitabınınız “Aynadaki Çürüme’’ ile Arkadaş Zekai Özger şiir ödülünü, “Rê û RêÇ’’ ile Arjen Ari şiir ödülünü, Hüseyin Çelebi Öykü yarışmasında ikincilik, KAOS GL öykü yarışmasında jüri özel ödülü, Ali İsmail Korkmaz şiir ödülünde ise üçüncülük almışsınız. Mutluluk verici bir duygu olsa gerek...
Genç şairler/yazarlar ödüllere genellikle yazın hayatını desteklemek için katılırlar. Bu saydığınız ödüllerin bazılarına destek görmek, bazılarına da destek vermek amacıyla katıldım. Sonuç itibariyle hepsinin bana kattığı bir şeyler olduğunu düşünüyorum. Yoksa ödülün iyi şair/yazar ölçütü olduğunu düşünmüyorum.
• Yazmaya başladığınızda bir planınız, izlenmesi gereken yolları listelediğiniz bir iç dünyanız var mı yoksa yazarken mi gelişiyor her şey?
Son iki yıldır yazmaya başlamadan önce günlerce düşünürüm. Eğer masaya oturabilmişsem yazma sürem çok kısa sürer. Aylarca kafamda tartıp, düşünüp yazmadan ezberlediğim dizelerim vardır. Çok düşünüp az yazdığım için kâğıda dökmem kısa sürüyor. Neyi nereye yazacağımı çoktan planlamış olurum genelde.
“Konuşmaktan çok dinlemeyi severim”
• Narîn Yukler’in hayattaki dinamikleri ve bir şair olarak beslendiği noktalar neler?
Gezmek, fotoğraf çekmek, balkondan yaşamın akışına bakmak ve yolda yürürken aniden durup uzun uzun olan biteni izlemek. Doğayı, yaşamın akışını izlemeyi seviyorum. Gördüğüm insanlara hikâyeler uydurmayı da. Esnafım ben. Çoğu zaman işyerime gelen insanların hayatına dair parçaları onlar henüz kapıdayken tahmin etmeye çalışıyorum. Hikâyeler uyduruyorum birkaç saniyede. Sonra dinliyorum. İnsanlar alışveriş yaparken konuşmayı seviyorlar. Ben de dinlemeyi. Konuşmaktan çok dinlemeyi severim. İzlemeyi ve yürümeyi de severim. Ağaçları da. Hepsi ayrı ayrı nefes aldığımı hissettiren şeyler.
• Hangi tür kitapları okuyorsunuz? Kitap seçerken belirli bir tarzınız var mı? Kişinin bir tarzı olmalı mı? Yoksa her türden kitabı okumak mı gerekiyor?
Hayat okumak istediğimiz bütün kitapları okuyamayacağımız kadar kısa. Bu yüzden seçici olmamız gerektiğini düşünüyorum. Okumak benim için ciddi bir iş. Onu, hayatta kalabilmek için yaptığımız işlerden arta kalan zamanlara sığdırmak zorunda kalmamızdan daha kötü ne olabilir? Ben iki üç aylık okuma planları yaparım. Kitaplara ulaşmam zor olduğu için iki üç ayda bir toplu siparişle kitaplarımı aldırırım. Okuma planım genellikle bir konu üzerine birikim yapmak isteğimle ilişkili olur. O konuyla ilgili önce kuram okurum, sonra o konuya referans olabilecek kitapları. Tek bir okuma planım yoktur. Bazen kitabını beğendiğim bir yazarın diğer kitaplarını da okumak isterim. Son yıllarda bir yazarın bütün kitaplarını kronolojik sırasıyla okumanın bana daha fazla zevk verdiğini fark ettim. Bu o yazarın kişisel tarihine dair ipuçlarına ulaşmamı sağlıyor.
• Narîn Yükler’in masasında şu an ne var? Üzerinde çalıştığınız yeni bir proje var mı?
Uzun zamandır bitirip yayımlamadığım bir şiir dosyam var. Pandemi sebebiyle erteledim yayımlamayı. Kürt kadınlarına ait bir kurum ile ilgili bir araştırma çalışmam var. Bu çalışma bir tarihçeyle başlayıp çalışmaya katılan kadınlarla yüz yüze yapılan görüşmelerden oluşuyor. İki yıldır ara ara döndüğüm bir roman çalışmam var. Ne zaman yayımlanacaklarına ben karar vereceğim. Acele etmek istemiyorum.