Zorunlu bir göç hikâyesi: Rüyalarımda bile köyümü görüyordum

Türkiye’de 1990’larda binlerce köy yakılıp, yıkılarak boşaltıldı. Siirt’in Pervari ilçesine bağlı Erkent bu köylerden biriydi. 8 yıl önce yeniden kurulan Erkent’te yaşayan Vesile Bağrıyanık, yaşadıklarını “Köyden giderken çok büyük bir acı hissetmiştim. Hayatım boyunca kalbimden hiç çıkmayacak bir acıydı. Hala da o acıyı çekiyoruz. ‘Acaba devlet bir gün gelip bizi yine köyümüzden çıkarır mı? 1993’te gördüğümüz vahşeti yine yaşatırlar mı?’ Soruları her zaman aklımızda” sözleriyle özetliyor.

Türkiye’de 1990’larda binlerce köy yakılıp, yıkılarak boşaltıldı.  Siirt’in Pervari ilçesine bağlı Erkent bu köylerden biriydi. 8 yıl önce yeniden kurulan Erkent’te yaşayan Vesile Bağrıyanık, yaşadıklarını “Köyden giderken çok büyük bir acı hissetmiştim. Hayatım boyunca kalbimden hiç çıkmayacak bir acıydı. Hala da o acıyı çekiyoruz. ‘Acaba devlet bir gün gelip bizi yine köyümüzden çıkarır mı? 1993’te gördüğümüz vahşeti yine yaşatırlar mı?’ Soruları her zaman aklımızda” sözleriyle özetliyor.

PERİ BAYAV

Sêrt- Türkiye’nin Güneydoğu’sunda 90’lı yıllarda 3 bine yakın köy yakılıp, yıkılarak boşaltıldı.  Binlerce Kürt yurttaşın batı illerine göç etmesinin altında yatan en önemli nedenlerden biri köy ve evlerinin yakılması, boşaltılması. O dönemde yaklaşık 4 milyon insana; yer gösterilmeden, süre verilmeden, eşyalarını hatta bazen çocuklarını almalarına dahi izin verilmeden yaşadıkları topraklara geriye dönüşleri imkânsız kılınacak bir biçimde yasaklandı. Köylüler yoksullukla, açlıkla, işsizlikle ve gelecek kaygısıyla baş başa kaldılar. Can güvenliğinden ve sosyal yardımlardan yoksun, umutsuz bir şekilde kentlerde yaşamlarını sürdürmeye çalıştılar.

Unutamıyorlar…

30 yıllık bir zamanın ardından bu konuda bazı adımlar atıldı. 5233 sayılı Tazminat Yasası ile köye dönüş gündeme geldi. Nitekim devlet geç de olsa köylere geri dönüşleri serbest kıldı ve zorunlu göçe tabi tutulan köylülere malı ve mülkü bedelinde tazminat verdi. 90’larda zorunlu göçe maruz bırakılan bir ailenin çocuğu olarak bu durumun ailem ve köylülerimizin üzerinde bıraktığı izleri hiçbir zaman silemedik. Yaşanılanlar hala orada duruyor. Hala nasıl üzülüp, kahrolduklarını görüyorum. Unutamıyorlar. Unutamayacağız da. Koca bir köy yakıldı. Kül oldu her şey. Yaşantılarımızda o dönemin izleri büyüyor; hissettiğimiz acılarla birlikte ve biz parça parça oluyoruz geçmişe her dönüp baktığımızda.

Mourid Barghouti, “Arzuladığınız, özlediğiniz mekânlar değil zamanlardır, fakat kavga mekânlar üzerinden verilir. Bütün hikâye mekân üzerinedir. Ona sahip olmana engel olurlar, böylece ne gasp edeceklerse alırlar hayatından… İradenin kırılışıdır özlem. Hafızanın ve hatırlamanın olgunluğu ile alakası yoktur” der otuz yıl sonra ziyaret edebildiği Filistin topraklarını anlattığı “Şairin Filistin’i” kitabında.

Herkes ayrı noktalara gitti

Siirt’tin Pervari ilçesine bağlı Erkent köyü de 1993’de yakılıp, boşaltılan köylerden biri. Ailem de o dönem Erkent’te yaşayan köylülerdendi. Ben daha küçük yaştayken köyümüz yıkılıp, boşaltıldıktan sonra ailem Adana’ya göç etmek zorunda kaldı. Belleğimde köyümüze dair birkaç küçük anı var sadece. Köy yıkılıp, boşaltıldıktan sonra köylülerin bir kısmı Adana’ya bir kısmı Mersin’ e bir kısmı ise Antep’e göç eder. Memleketlerinden kopartılarak Çukurova’ya göç eden aileler kendilerini azınlık durumuna düşmüş hissedip, diasporada gibi görür.

Annemin sürekli ağladığını hatırlarım

Asimilasyon, göç sonrasında yerleşilen topraklarda hissedilen ya da hissedilemeyen aidiyet duygusu, göç edilen topraklara olan özlem, yozlaşma ve suç oranındaki artış ile zorunlu göçün ilişkisi, göçü yaşayan insanların duygu dünyalarında yaşadıkları değişimler, geçmişe bakışları, geleceğe dair umutlarının olmayışı… bütün bunlar oldukça yaşamlarını etkiler. Küçük yaşlardayken olanları pek kavrayamasam da bir şeylerin farkındaydım. Sadece anlamlandırmakta güçlük çekiyordum. Annemin sürekli ağladığını hatırlarım. Üzülür, onunla birlikte ben de ağlardım. Sık sık köyden, bağ bahçeden, keçilerinden ve çok sevdiği köpeği Naze’ den bahsederdi. Köyden göç ettikleri gün Naze’nin onların arkasından yol boyu gittiğini ve onu yanına alamadıkları için nasıl kahrolduğunu anlatır dururdu. Bir gün Naze’nin ardımızdan öldüğü haberi geldi. Onu pek hatırlamasam da Naze hiç çıkmıyor aklımdan.

Türkçe bilmeyen anneler Kürtçe bilmeyen çocuklar büyüttü

Evsiz barksız kalmış, göç ettiğimiz Adana’da hayata tutunmaya çalışıyorduk. Oldukça güç bir süreçti. Adana kocaman bir şehirdi. Biz bu koca şehirde yalnız kalmış, kendimizi ifade dahi edemiyorduk. Anadilimiz olan Kürtçe yasaktı. Sadece evlerimizde konuşabiliyorduk. Aile bireylerinin çoğu Türkçe bilmiyordu. Ben okula başladıktan sonra Türkçeyi öğrenmiştim.  Acıdır ki annem gibi birçok büyüğümüz o dönemde Türkçe bilmedikleri için gerek günlük hayatta gerekse resmi kurumlarda kendilerini ifade etmekte güçlük çekiyordu. O dönemin Türkçe bilmeyen anneleri Kürtçe bilmeyen çocuklar büyütmek zorunda kaldı. Asimilasyona maruz kalmışlardı. Güçlük çektikleri sadece dil değildi aynı zamanda kültürünü bilmedikleri bir şehirde yaşıyor olmaktı.

Çoğu bu acıya dayanamadı

Yaşlı köylülerimizin birçoğu köyümüz yıkılıp, boşaltıldıktan sonra topraklarından uzaklaşmış olmaya dayanamadı ve çoğu üzüntüden öldü. Ailem ve köylülerimiz, kendilerini hiçbir zaman ait hissedemedikleri bir şehirde bir gün köylerine geri dönecekleri zamanı bekliyorlardı.  Onlara umut olan da buydu. Erkent’ e geri dönebilmek. Yaşananlar, hayatlarında derin bir yara açmıştı. Nitekim yaraları günden güne özlemleri ile birlikte büyüyordu. İyi değillerdi ve görünen o ki hiçbir zaman iyi olamayacaklardı. Aidiyetlik duygusunun gerekliliği ya da gereksizliğini üzerine o kadar çok düşündüğüm olurdu ki. Çok mu önemliydi acaba bir yere ait hissetmek? Sonraları anlamaya başladım onları. Aslında önemliydi ve onlar ait hissedememişti kendilerini göç ettikleri topraklara. Ya ben? Ben yıllar sonra küçük bir kız çocuğu olarak ayrıldığım Erkent’ e 21 yıl sonra kocaman bir kadın olarak dönmüştüm. Tanık olduğum manzara karşısında oldukça sarsılmıştım. Doğduğum ev sadece bir yıkıntıydı. Evler, okul, bağ bahçe, mezarlık her şey talan edildiği dönemdeki gibiydi. Erkent’ e ve Siirt’in merkezine olan ziyaretimden sonra aidiyet duygusunu yeniden sorgular oldum.

Aradan geçen 20 yıldan sonra Erkent’ te yerleşimler, son 8 yıldır serbest.  Şimdi Erkent’ te 42 hane var. Köylülerden Vesile Bağrıyanık ile göç, yeniden dönüş ve köyün yeniden kurulmasını konuşmak için bir araya geldik.

“Ya korucu olacaksınız ya da 24 saat içinde köyü boşaltacaksınız”

Vesile Ana, Erkent’ te doğup büyür.  Yaşamanın büyük bir çoğunluğunu burada geçirir. Köyleri yıkılıp, boşaltılınca Antep’e göç etmek zorunda kalır. Dilini ve kültürünü bilmediği bir şehirde ailesiyle birlikte hayata yeniden tutunmaya çalışır. Memleketlerinden kopartılmaları; kendilerini azınlık durumuna düşmüş hissetmelerine ve diasporada gibi görmelerine yol açar. Asimilasyon, göç sonrasında yerleşilen topraklarda hissedilen ya da hissedilemeyen aidiyet duygusu, göç edilen topraklara olan özlem bütün bunlar Vesile Ana’nın yüreğinde, köyüne duyduğu hasreti daha da derinleştirir.  Vesile Ana o günleri şöyle anlatıyor:

“Bize ‘ya korucu olacaksınız ya da 24 saat içinde köyü boşaltacaksınız. Emir geldi’ dediler. Kabul etmedik. Bir telaş oldu. İnsanlar ne hastasına ne de engelli çocuğuna sahip çıkabildi. Siirt yoluna doğru düzgün araba bile vermediler. İmkânı olan araba bulup gitmeye çalışıyordu. Kimi sadece çocuklarını alabildi, kimi birkaç parça yatak alabildi. Herkes kendini şehre atmaya çalışıyordu. Çevre köyler,  bizi almaktan korkuyordu. ‘Pkk’nin köyü’ diyorlardı. Arabaların geçtiği yollardan geçmeye korkuyorduk. Hut köyünün etrafında gezinerek,  Yeni Eruh’tan şehre ulaştık. Sadece devletten değil çevreden de korkuyorduk. Çevremizdekilerde bize düşman kesilmişti. Çok büyük bir acıydı. Zordu. Kendi halkımızın bize düşman kesilmesi çok üzdü bizi. Kimin kapısına gitseydik bize kapılarını açmadı. İnsanlar erkeklerimize selam vermeye korkar olmuştu.1993’te köy komple yıkıldı. Bir dolmuşta üç aile birkaç gün kaldık. Sonra Antep’ e gittik. Türkçe bilmiyorduk. Kendimizi ifade edemiyorduk.  Hayatımızı yeniden sürdürmeye çalışıyorduk. Hem çocuklarımıza bakıyorduk hem de evlere temizliğe, tarlaya gidiyorduk. Kürt anneleri çok acı gördü, çok çekti. 30 yıl metropolde kaldım. Bir gün olsun rüyalarımda metropolleri görmedim. Rüyalarımda bile köyü görüyordum. Sabah kalkar derdim ki rüyamda köyü gördüm. O kadar ki hasrettik.”

“Bir gün geri döneceğimize dair inancımız hep vardı”

“Acının her türlüsünü gördük” diyen Vesile Ana, kadınların çocuklarını dağlarda saklayıp eve gidip sütünü, yoğurdunu, peynirini yaptıklarından bahsediyor. Akşam eğer top veya tüfek sesleri gelmiyorsa gidip çocuklarını dağlarda sakladıkları yerlerden aldıklarını söylüyor. Kürt annelerinin her zaman yaşamlarının çok zor olduğuna değinerek şöyle anlatıyor:

“Bu memleketin hasreti hep içimizdeydi. Hep diyorduk ki acaba ne zaman oradaki yaşama kavuşur ve yeniden orada yaşarız. Bir gün geri döneceğimize dair inancımız hep vardı. Bazı annelerimizin, içinde kaldı köy hasreti. İstiyorum ki o anneler bir gün gelsin misafirimiz olsun. Bu yaşamı görsünler. Büyüklerimiz, akrabalarımız, eş dost gelsin istiyorum. Çünkü onların içindeki hasreti biliyorum. Ben de o annelerin çocuğuyum. Gelip buraları tekrar görsünler, hasret gidersinler. Artık emektar anneler buradaki işleri yapamaz ama en azından buradaki yaşamı görsünler, hasretleri içinde kalmasın.  Köyden gittiğimizde çok büyük bir acı hissettim. Hayatım boyunca kalbimden hiç acısı çıkmayacak. Hala da o acıyı çekiyoruz. Bazen aklıma geliyor. Aklıma hiç gelmesin istiyorum. Bir gün bir korucu, ‘İnşallah köyünüz yine yıkılır. Bize yayla olur’ dedi. Bir gözün kör, inşallah diğeri de kör olur dedim. Köyümüz yıkılmasın.”

“Döndüğümüzde köy harabe gibiydi”

8 yıl önce yeniden kurulan Erkent köyünde şuanda 42 hane var. Kimisi sadece yazları gelip giderek hasret gideriyor kimisi ise tamamen köye yerleşip hayvancılıkla uğraşarak yeniden bir hayat kurmaya çalışıyor. Vesile Ana da onlardan biri. Köyün yeniden kuruluşunu onun ağzından dinleyelim:

“8 yıl önce köyümüz yeniden kuruldu. Köyümüze geri döndük. Döndüğümüzde köy harabe gibiydi. Evlerimiz hep yıkılmıştı. İçimize ateş düşüyordu. Evlerimizi gördüğümüzde ağlıyorduk. Aklımıza babalarımız, dedelerimiz, bedel ödeyen insanlar geliyordu. İnsanlarımızın çoğu metropoller de bu topraklar için kahırdan kederden öldü. Burada da hayatımız zor ama köyümüze olan hasretimiz için yaşıyoruz. Çünkü çok hasret kaldık. Köy bize çok güzel geliyor. Çuvallara birkaç parça yatak döşek koyduk geldik. Geldiğimizde suyumuz hazırdı. Köylüler su için çok emek verdi.  Su bizim köyümüzün içinden geçip korucuların köyüne gidiyordu. Elektrik sorunumuz da olmadı. Çadır kurduk. Çadırlarda yaşadık bir süre çünkü maddi durumumuz kötüydü. 3 yıl boyunca yazları gelir havalar soğumaya başlayınca çadırda dayanamaz olunca Antep’e dönüyordum. Sonra bahar da tekrar köye geliyordum.  Artık oralarda sıkılıyordum. Buraya yollarımız açılmıştı. Köyümüze gitmek istiyorduk. 3 yıl git gel yaptık. Sonra biraz taştan biraz briketten bir ev yaptık. Temelli köye yerleştik. Kimisi hayvancılıkla kimisi bağ bahçeyle uğraşıyor.  İlk 2 yıl hayvan beslemedik. Sonra beslemeye başladık. Sütümüzü, peynirimizi, yağımızı satarak elde ettiğimiz kazançla yaşamımızı sürdürmeye çalışıyoruz. İnsan şehirden gelince köy yaşamı biraz zor geliyor başta. Şehir ve köy işleri aynı değil. Ama alıştık. İmkânı olan herkes köyüne dönmeli. Köylerini yeniden kurmalılar. Metropolde yaşamak bizi bir yere götürmez. Köylerine sahip çıksınlar.” diyor.

“O günleri tekrar yaşamak istemiyoruz”

Hala geçmişteki korkuları ve kaygıları yaşayan Vesile Ana, “Acaba devlet bir gün gelip yine bizi köyümüzden çıkarır mı? 1993’te gördüğümüz vahşeti yine yaşatırlar mı? düşüncesi her zaman aklımızda. Top, tüfek sesleri… 6 ay köyde kimse doğru düzgün uyumadı. Gidip dağlara sığınıyorduk. Bomba attıklarında belki canımızı kurtarırız diye. O günleri tekrar yaşamak istemiyoruz. Devletten birileri ya da asker geliyor halimizi hatırımızı soruyor. ‘Kimse sizi rahatsız ediyor mu? Bize haber verin’ diyorlar. Tamam diyoruz. Bir sorunumuz yok. Köyümüz çok güzel. Umut ediyoruz ki daha da güzel olacak. Herkes kötü zihniyeti bıraksın. Verilen bedellere baksınlar” diye anlatıyor.