Cehennemi cennete çevirenler

“Cehennem kendi içinde bir cenneti barındırıyor. Bu cenneti ise tanrıların değil, tanrıçanın çocukları yaratıyor.”

DÊRSÎM MÎRZA

Şehba- Hangi dinden olursak olalım çocukluğumuzdan bu yana işlediğimiz ya da işleyeceğimiz günahlar yüzünden hak ettiğimiz cehennem ve tanrının buyruklarını yerine getirdiğimiz vakit içinde sınırı olmayan bir zaman diliminde yaşayacağımız cennet tasvirleri ile büyüdük.

Oysaki cehennem de cennet de yaşadığımız dünya alemin – alemi vaktin içinde gizliydi. Tıpkı kölelik ve özgürlük gibi…

Her şey anda, anda yaşanan ayrıntılarında gizliydi.

Bab nasim...

Babinîs…

Esinti kapısı olsa gerek anlamı.

Şehba’ın rüzgarın şahı olduğunu düşünürsek, bu anlama gitmek yanlış olmasa gerek.

İnsan yürüdüğü yollar boyunca o hafif esintiyi hissediyor teninde.

Yürüdüğümüz sokak araları, bir savaş filmi sonrası öylece bırakılıp gidilmiş bir set alanını andırıyor. İnsan bu sokak aralarının doğruluğuna ve yaşanır olduğuna inanmak istemiyor…

Attığın her adımda ‘biraz sonra bu film bitecek ve kamera arkasında bu yıkık, harabe alanı oluşturan maketler toplanırken çekilen kareleri izleyecekmişsin gibi hissediyorsun.

Öyle olmuyor tabii. Attığımız her adımda gerçekle daha bir bütünleşmiş buluyoruz kendimizi.

Savaşın ruhu…

Şehba’da yaşanan savaşın en net resimlerinden biri gibi duruyor; buradaki yollar, binalar, camiler…

Hala savaşın ruhunu taşıyan resmedilmiş bir tablo gibi.

Tablonun hareketliliğini bozan bir şeyler var ama…

Bizi kendine çağıran, ‘yaşam devam ediyor!’ dedirten…

Sokak aralarında oynayan, bağıran, kahkahalar atan çocukların sesi…

Sese doğru ilerliyoruz; ben ve bana rehberlik edip Şehba’yı anlatan, hissettiren Nuri.

Karşımıza bir bina çıkıyor. Öyle bir bina ki, kenarından geçmeye korkuyor insan. Ha yıkıldı ha yıkılacak gibi duruyor. Ben gözümü dikmiş binaya bakarken fark ediyorum, o yıkıldı yıkılacak olan binada insanların yaşadığını.

Kendi kendime ama sesli bir şekilde: “İnsanlar bu cehennemde nasıl yaşıyor?”

Yaşam ayrıntılarda gizliydi ve ben bunu biliyordum.

Cennet ve cehennem!

Özgürlük ve kölelik!

Ben cehennemi görüyorum o anda.

His dünyası ve duyarlılığı güçlü olan Nuri ise dar bir aralıktan cenneti.

Lütfiye’nin kendi elleri ile cehennemin ortasında yarattığı cenneti görüyor.

Beraber o aralıktan ilerliyoruz. Attığım her adımda aklıma Maxmur kampı geliyor.

 O da öyle değil miydi?

Çölden ibaret cehennemin tam ortasında cennet yaratılmamış mıydı?

Cehennemin içinde yaratılan cennet

Avludan içeri giriyoruz. Kimseden izin almadan bahçeye doğru ilerliyoruz. Genç bir kadın bizi karşılıyor. Biraz sonrasında bahçeyi elleri ile yaratan Lütfiye…

“Buyurun, oturun” diyor.

Oturuyoruz.      

İçimden keşke şimdi bize elleri ile bu bahçeden biraz soğan, biraz yeşillik toplasa, bir de ayran ne güzel olur diyorum. Aç olduğumuzdan değil, arkada kalan cehennemin ardında yaratılan bu yaşamın içinde yeşeren güzelliğin tadına varmak istediğimiz için.

Öyle de oluyor.

 Lütfiye, önce bahçeden topladığı soğan ve diğer yeşillikleri sonra da yine topladığı otlarla yaptığı, buraya özgü ‘acce’ olarak bilinen yemek ve ayranı getirip küçük sofraya bırakıyor.

Biz bu güzel bahçenin nimetlerinden yararlanırken, Lütfiye sakin bir ses tonu ile göç zamanlarını anlatıyor. Bitmez, tükenmez savaştan dolayı önce Halep’ten Efrîn’e sonra da Efrîn’den Şahba’ya göçlerini, göç zamanında yaşadıkları acıların tarifsizliğini...

Tüm acılarını anlattıktan sonra şu cümleler akıyor ağzından:

“Ne yapalım? Demek ki bu acıları yaşamamız gerekiyormuş. Belki tanrı bizi sınıyordur. Ne kadar güçlü olduğumuzu, ne kadar inançlı olduğumuzu bilmek istiyordur. Bakın ben bu yıkıntıların arasında ancak bu küçük bahçem sayesinde nefes alabiliyorum. Benim bir çocuğum yok. Bu bahçedeki her bir bitkiye bir çocuk gibi yaklaşıyorum. Toprak ile uğraşmak, bir nebze de olsa acılarımı unutturuyor. Rahatlatıyor.”

Sonra da gülümseyerek ekliyor:

“Doya doya yiyin. Bunları yediğiniz zaman korono virüsü size bulaşmaz.”

Hep birlikte gülüyoruz.

“Cenneti de yaşarız özgürlüğü de”

Hatır isteyip yola koyulduğumuzda, bahçeden topladığı ve poşete koyduğu yeşilliği bizlere uzatıp; “Bunları size veriyorum, tadı damağınızda kalsın ki, her daim gelin” diyor.

Yola çıkıp ilerliyoruz.

O virane binayı ve içinde yaşayan bu güzel insanları geride bırakırken, dönüyor ve yol arkadaşıma soruyorum:

‘Bu cehennemi cennete çeviren insanları nasıl tasvir edebiliriz’ diyorum.

Ve en anlamlı sözlerden biri ile karşı karşıya kalıyorum:

“Bizlerin tasvirine gerek yok, onlar zaten kendi yarattıkları ile her şeyi tasvir etmişler. Cehennemi de cenneti de. Yeter ki yaşamın ayrıntılarında yol alsın gözlerimiz. Yüreğimiz duyumsasın. İşte o anlarda cenneti de yaşarız, özgürlüğü de.”

‘Evet’ diyorum, ‘özgürlük de cennet olarak tasvir edilen de yaşamın ayrıntılarında gizli.’

Birkaç metre ilerledikten sonra yeniden o harabe görüntüye dönüp bakıyorum.

Ne garip diyorum:

‘Cehennem kendi içinde bir cenneti barındırıyor. Bu cenneti ise tanrıların değil, tanrıçanın çocukları yaratıyor.’

Yol alıyoruz…

Çocukların sesine, gülüşüne, kahkahasına doğru yol alıyoruz…

Biliyoruz, cennet tanrıların buyruklarını yerine getirmeyen çocukların yüreklerinde gizli…