Tekstil atölyelerinden sinema sektörüne

Yönetmen Ayten Başer, “Hepimiz bir gecede büyüyen çocuklardık. Var olan gerçeklikten habersiz, dünyayı yaşadığı yerden ibaret sanan… Kısaca, ‘Zarokbum’ kendi gerçekliğimin yolculuk hikâyesi” diyor.

 
ZEYNEP AKGÜL
Ankara- “İçimdeki Küller”, “Davutpaşa’nın Külleri”, “Dön Oyun Oynayalım” gibi belgesel filmlerin yönetmeni Ayten Başer’in hikâyesi tekstil atölyelerinden sinemaya evrilmiş. 13 yaşına kadar Erzincan’ın Kemah İlçesi’ne bağlı Maksutuşağı Köyünde yaşayan Başer, askeri operasyonların başlamasıyla birlikte abisi ile birlikte İstanbul’da yaşamaya başlamış. Çocukluğundan bu yana en büyük arzusunun okumak olduğunu ifade eden Başer, ortaokulu dışarıdan bitirmiş. Başer, liseyi bitirdikten sonra tekstil atölyelerinde ve marketlerde kasiyer olarak çalıştığı için 7 yıl sonra üniversiteyi kazanmış. İstanbul Üniversitesi Radyo-Sinema-TV Bölümü’nden mezun olan Başer,  aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde yan dal ve Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Sinema-TV Bölümü’nde de yüksek lisans eğitimini tamamlamış. Okumak için büyük mücadele veren Başer’in ilk uzun metrajlı filmi ‘Zarokbum’un hikâyesini ve 20’si işçi 21 kişinin öldüğü, 115 kişinin de yaralandığı Davutpaşa katliamının tanıklığına nasıl karar verdiğini, kısacası kamera ile olan yolculuğunu, konuştuk.
Sizi daha çok “İçimdeki Küller”, “Davutpaşa’nın Külleri”, “Dön Oyun Oynayalım”, “40 Sabun 40 Kazan Su’’, “Çerçeve”, “Kesik Dil”, “Dokunma”, “Nefes” gibi belgesel ve kısa filmlerin yönetmenliğinden tanıyoruz. Ayten Başer kimdir? Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? 
Erzincan’ın Kemah ilçesinde doğdum. 13 yaşımda abimle beraber İstanbul’a geldik. Bir sene tekstil atölyesinde çalıştım. Ortaokulu dışarıdan bitirip liseye başladım. Liseden sonra yedi sene tekrar tekstil sektöründe ve marketlerde kasiyer olarak çalıştım. 2004 yılında Erciyes Üniversitesi Radyo-Sinema-Televizyon Bölümü’nü kazandım. Burada bir yıl eğitim aldıktan sonra Ankara Üniversitesi’ne oradan da İstanbul Üniversitesi’ne yatay geçiş yaptım. 2008 yılında İstanbul Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar bölümünde Sinema-Televizyon üzerine yüksek lisansa başladım. Bu esnada part-time olarak kurgu yaptım ve bir sene Yol TV’de kameraman olarak çalıştım. 2013 yılında da özel bir üniversitede öğretim görevlisi olarak çalıştım. 
Kamera ile olan yolculuğunuz nasıl başladı?
2004 yılında üniversiteyi kazandığım zaman Radyo-Sinema-Televizyon bölümü hakkında en ufak bir fikre bile sahip değildim. Hayalim öğretmen olup Doğu’da görev yapmaktı. Ama öyle olmadı. Bu bölüme başladığım ilk yıl bizi hemen kamera karşısına çıkartmışlardı. Hiç konuşamamıştım, öylece donup kalmıştım. O gün yurda döndüğümde oda arkadaşım Aylin’e bu olanları anlatıp ağladım. “Sanırım ben bu bölümde yapamayacağım” dedim. O ise “Olur mu öyle şey, bu bölüm sadece kamera önünde yapılan bir iş değil!” dedi.  
Bir sene sonra hem Ankara Üniversitesi hem de İstanbul Üniversitesi’ne yatay geçiş için başvurdum. Önce Ankara Üniversitesi açıklandı ve kabul edilmiştim. Ankara’ya gelip yurda yerleştikten iki hafta sonra derslere katılmaya başladım. Ruken Öztürk, dersinde Charlie Chaplin’in ‘Modern Zamanlar’ filmini izletmişti. O anı hiç unutmam. O filmi gördüğüm zaman; dert edindiğim şeyleri kamera ile anlatabilirim diye düşündüm. İşte o anda bilmeden geldiğim bu bölümde ne yapacağıma karar vermiştim. Film çekecektim… 
“Köyde çocuk olan ben; şehirde işçi olmuştum”
13 yaşınıza kadar Erzincan’ın Kemah İlçesi’ne bağlı Maksutuşağı Köyünde yaşamışsınız ve askeri operasyonların başlamasıyla birlikte İstanbul’a taşınmışsınız… Bu süreçle birlikte hayatınızda ne değişti?
Evet, 1994 yılında köyümüzdeki insanlar köyü boşaltmaya başladılar. Babam da tam o sırada emekli olunca beni ve abimi İstanbul’a getirdi. Küçük yaşta ailemden ayrılmıştım ve büyük bir şehre gelmiştim. Köydeyken amcamın kızı ile beraber koyun otlatmaya giderdik. Doğada olmak bizim için büyük bir mutluluktu. Şehirde ise her şeye yabancıydım. İlk geldiğimde dayımın eşi, beni su almaya götürmüştü. İlk defa denizi gördüğüm o an gelir ara sıra gözlerimin önüne  “Aaa bu Fırat ne kadar büyük böyle?” demiştim. Benim için deniz kocaman bir Fırat olmuştu. Sonrasında işçi olarak konfeksiyonda çalışmaya başladım ve ailemi çok özlüyordum. Köyde çocuk olan ben şehirde büyümüş, bir işçi olmuş ve para kazanmaya başlamıştım. 
“Koyun otlatıp hayaller kurmaya devam ettik”
İstanbul Üniversitesi Radyo-Sinema-TV Bölümü’nden mezunsunuz. Aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde yan dal ve Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Sinema-TV Bölümü’nde de yüksek lisans eğitimini tamamlamışsınız. Aslında buruk bir hikâyeniz de var, aile ilkokuldan sonra sizi okutmamış. Bize biraz bu süreci anlatır mısınız? 
Bizim köyde ilkokuldan sonra Kemah’ta yatılı olarak okumak gerekiyordu. Aslında ailem ilk sene kaydımı yapmamıştı ama ikinci sene kaydımı yapmak için babam dilekçe verdiğinde ret cevabı aldı. “İlk sene kayıt yapmadığınız için kayıt alamayız” yazılı bir kâğıt tutuşturdular babamın eline. Kuzenim Birsen benden iki yaş büyüktü, amcam onu hiç okula göndermemişti. Kız çocuklarını yatılı okula gönderip göndermemek köydeki ailelerin düşüncesine göre değişen bir tutumdu. Kimi kız çocuğunun tek başına yatılı okulda olmasını doğru bulmuyordu, kimi ise tam tersi düşünüyordu… Bir de yemekler kötü, hocalar dövüyor gibi söylentiler vardı.  Kuzenimle tek hayalimiz okumaktı. Bunun için koyun otlatmaya gittiğimiz bir gün ne yapabiliriz diye düşündük ve TRT’ye mektup yazdık. Bu mektubu yaşamımızda bir umut ışığı olarak gördük. Mektubu yazdıktan yaklaşık bir sene sonra TRT’den telefon geldi. Telefonun geldiği gün babam, abim ve ben amcamların odun kesmesine yardım ediyorduk. 
Amcamın kızı Birsen de kesilen odunları atla eve götürüyordu. Birsen odunları eve bırakıp geri döndüğünde hafif eğimli tarlada yokuş yukarı atın üzerinde hızlı hızlı at sürüyor, bir yandan da  “Ayten! Ayten!” diye bağırıyordu. Onun bu telaşlı halinden bir şeyler olduğunu hemen anladım ve elimdeki odunları kenara atıp yokuş aşağı koşmaya başladım, tarlanın ortasında buluştuk. Amcamın kızı heyecanlı ve nefes nefese “Ayten çabuk bizim eve git televizyondan aramışlar” dedi. Hemen amcamların evine koştum. Eve vardığımda telefon tekrar çaldı ve nefes nefese “Alo” dedim. Telefondaki kadın; “Ayten Başer ile görüşebilir miyim?” dedi. “Benim” dedim. “Bizlere mektup yollamışsınız, mektubunuz yarın yeni başlayan bir programda okunacak.” Ben de “Tamam” dedim. Bu sırada yengem sürekli beni dürtüyor. “Kim o, telefon numarasını iste.” diye. Bir anda, “Telefonunuzu alabilir miyim?” dedim.  
Telefondaki kadın yarın programda numaraların yazılacağını söyledi ve telefonu kapattı. Ertesi gün, biz çok heyecanlıyız tabii... Bütün köylü duymuş. Halil’in ve İsmail’in kızı televizyona mektup yollamışlar diye. Bizimkiler bana bir şey demiyor ama amcamlar Birsen’e çok kızıyorlar, bu yaştan sonra okuyup ne yapacak, bak şimdi bizi hapse attıracak diye. 
Programın başlayacağı saatte hepimiz televizyon karşısında pür dikkat programın başlamasını bekliyoruz, tam o sırada elektrikler kesildi. Bir korku, bir heyecan, karmakarışık duygular… Neyse ki kısa süre sonra elektrikler geldi. O sırada spiker benim mektubumu okuyor, karşısındaki uzman kişiye de mektuplarımızla ilgili sorular soruyordu. 
Spiker ne dediyse ben kendi kendime “Biz yetim değiliz ki” bunlar neden böyle konuşuyor dedim. Ekranda telefon numarasını görür görmez kuzenimle numarayı yazabilmek için kâğıt kalem arayışına girdik. Ancak yarısını yazabildik, çünkü yengem bize kızıp duruyordu. “Siz ne yapmışsınız böyle, bu yaştan sonra ne okulu?” diye söylenip duruyordu. Programdan bir şey anlamadığımızı hatırlıyorum. Program bittikten sonra aklımızda kalan tek şey program konusu olduğumuz ve yarım yamalak bir telefon numarası, haliyle ne biz onlara ulaşabildik ne de onlar bize... Koyun otlatıp hayaller kurmaya devam ettik. Ta ki İstanbul’a taşınana kadar.
 Aslında bir başarı öyküsü de sizin hayatınız… 7 yıl tekstil atölyelerinde ve marketlerde kasiyerlik yapmışsınız. Bir taraftan da sürekli üniversite sınavlarına girmişsiniz. Nedir sizi bu kadar azimli kılan?
Çocukluk hikâyemde de anlattığım gibi, okumak benim için bir hayaldi. Gerçek olması için çabaladım. Kişilik olarak biraz inatçıyım. İstanbul’a geldiğimde okumuyordum. Ama her önüme gelene okumak istediğimi söylüyordum. Bu konuda çevremdeki birçok insanın kafasını şişirmişimdir. İlk çalıştığım yerde Hülya Abla vardı, ona da anlatmıştım. O da “Ortaokulu dışarıdan bitirme sınavları var, bir sorup araştıralım.” demişti.
1995 yılında ortaokul dışarıdan bir senede bitirebiliyordu. Hülya Abla kayıt konusunda bana yardımcı oldu. Ortaokulu bitirdikten sonra hemen Yakacık Lisesi’ne kaydımı yaptım. Liseye son dakikada kaydımı yaptık. Okul müdürü, yaşım küçük olduğu için babamın abime vekâlet göndermesi gerektiğini söyledi. Normalde de kayıtlar bitmişti. Hülya Abla müdürün odasına gidip onunla konuşmaya çalışıyordu, o esnada onlar konuşurken ben de ağlıyordum.
Müdür de, “Tamam yarın öğlene kadar vekâlet gelirse kaydını alırız” dedi. Ertesi gün babamdan vekâlet bekledik ve Hülya abla elinde kâğıt ile bana doğru geldi. İşi bıraktım ve koştur koştur okula gidip hemen kaydımı yaptırdım. Liseden sonra tekstil sektöründe çalışırken sürekli kurslara giderdim. Muhasebe, İngilizce ne bulursam… Herkes bana, “Okuyup ne olacaksın? Bak senden küçük kardeşlerin var, çalış onları okut” derdi. 
Bense; “Hem ben okuyacağım hem de onlar okuyacak” derdim. İşlerim her zaman son dakika olmuştur, zar zor olmuştur ama olmuştur. Lise bittikten sonra içimdeki okuma isteğimi hiç hafifletemedim. Çünkü bir amaç belirlemiştim ve onu yapmak için elimden geleni yapmam gerektiğine inanıyordum. Bu süreçte lise arkadaşım Derya da bana çok yardımcı oluyordu. Hevesim kırıldığı ve kendimi umutsuz hissettiğim an hep yanımdaydı… Beni istersem yapabileceğime inandırdı... 
Köyüne gidip film çekti
“Dön Oyun Oynayalım” belgesel filminin sizin için özel bir anlamı var galiba, nedir öğrenebilir miyiz bu filmin hikâyesini?
“Dön Oyun Oynayalım” benim ilk belgesel filmim. İstanbul Üniversitesi’nde ikinci sınıftayken Etnografik film atölyesi vardı. Bir grup sınıf arkadaşımla oraya gittik. O zaman arkadaşlarıma, “Bizim köye gitsek eskiden oynanan çocuk oyunlarını çeksek nasıl olur?” diye sordum. Arkadaşlarımdan Leona ve Övsev bu fikrimi onayladılar. Atladık bir trene ve köye gelerek filmi çekmeye başladık.  Köy halkıyla beraber tabii. Heyecanları görülmeye değerdi, çocukluklarına dönmüş gibiydiler. Her sabah bizim kapıya gelir filmi çekmeye başlamamızı beklerlerdi… Çocukluk insanın her yaşında özlediği bir evre bana göre ve eskiden oynadığımız çocuk oyunları artık oynanmıyor, onların yerini televizyonlar, bilgisayarlar, tabletler aldı… Belgesel film 2006 yapımı, eski zaman çocuk oyunlarının günümüze gelene kadar nasıl değiştiğinin hikâyesi... 
“Dava hâlâ devam ediyor…”
20’si işçi 21 kişinin öldüğü, 115 kişinin de yaralandığı Davutpaşa katliamının tanıklarındansınız… “Davutpaşa’nın Külleri” belgesel filmini çekmeye nasıl karar verdiniz? Bize biraz yaşadığınız tanıklıktan bahsedebilir misiniz? “İçimdeki Küller” de aslında o katliamı anlatan ikinci filminiz galiba?
2008 yılında üniversitenin son sınıfındayken yurttan arkadaşım Sevgi ile beraber “Bir Umut” adlı derneğe İngilizce kursuna gidiyorduk. Dernekte ailelerin bir araya gelmesine vesile olmuş ve ilk toplantısına katılmıştım. Kendi kendime “Bunu çekmeliyim.” dedim. Okuldaki arkadaşlardan aldığım kameralar ile aileleri sürekli takip ettim. Aileler ceza davası açılsın diye iki sene boyunca Taksim Meydanı’nda nöbetler tutular, dava açılınca her duruşmada Bakırköy Adliyesi’ne gittiler, kendileri gibi iş cinayetine kurban giden diğer ailelere taziyeye gittiler… Sürekli her eylemde her etkinlikte kameram elimde onların peşindeydim. “Davutpaşa’nın Külleri” 2008-2011 üç senelik bir zaman diliminde ailelerin vermiş olduğu hukuk mücadelesini anlatıyor. Bu film bittikten sonra çekimlere devam etmemin sebebi davanın sonucunun nasıl olacağını görmekti. 
İkinci film “İçimdeki Küller” ise sekiz senelik hukuk mücadelesini ve ailelerin yaşadıklarını konu alıyor. 2014 yılında davada karar çıktı ama o karar bozuldu. Sonra tekrardan dava devam etti. 11 senedir aileler hukuk mücadelesine devam ediyorlar. Film 2016 yılındaki anma ile bitiyor ama dava hâlâ bitmedi, devam ediyor. 
Çekmeye başladığınızda bir planınız, izlenmesi gereken yolları listelediğiniz bir iç dünyanız var mı yoksa çekerken mi gelişiyor her şey?
Bu durum filmin türüne göre değişiyor. Örneğin, Davutpaşa filmine başlarken bir planım yoktu. Sadece olan durumu belgeliyordum. Kısa filmlerde ise kafamda her şeyi bitirdikten sonra çekmeye başlıyorum.  
Temayı kendimle özdeştiriyorum
Çalışmalarınızda neleri kendinize ana tema olarak alıyorsunuz, nelerden esinleniyorsunuz?
Çalışmalarıma genelde kendi hayatımdan, çevremden ve okuduklarımdan esinlenerek bir şeyler katıyorum. Temayı kendimle özdeştiriyorum.
Ayten Başer’in şu anda masasında ne var? Üzerinde çalıştığınız yeni bir proje var mı? 
Şu an “Zarokbum” adlı uzun metrajlı filmim üzerine çalışıyorum. Filmin konusunu kısaca özetlemem gerekirse: “90’lı yıllarda 13’ünde güzel bir kız çocuğu Gülperi ve çelimsiz haliyle bir erkek çocuğunu andıran 12 yaşındaki kuzeni Ceylan’ın, okuyabilmek uğruna küçücük boylarıyla kalkıştıkları büyük işleri anlatıyor. Filmi çocukluk hikâyemden yola çıkarak yazdım. 
 “Hepimiz bir gecede büyüyen çocuklardık”
Bu yolculukta ne aradınız ya da hâlâ ne arıyorsunuz?
Yola çıkarken de yolculuğa devam ederken de kopamadığım, aradığım tek şey geçmişimdeki gerçeklik. Geçmişimde yarım bıraktığım çocukluğum… Doksanları, yaşadığım gerçeklik üzerinden ve kendi penceremden gördüklerimle anlatıyorum esasında. Köyümüz dört tarafı dağlarla çevrili küçük ama şirin bir köydür. Kötülüğü, ikiyüzlülüğü, kalp kırmayı bilmeyen köylüler, akşamüstleri genci yaşlısı hep beraber oyunlar oynayacak kadar mutlu ve masumdular. En azından benim penceremden… 
Geceleri annemin anlattığı masallarla gelişen hayal gücüm, salonumuzun başköşesindeki eski televizyon, o dağların ardında kalan hep merak ettiğimiz dünyayla olan bağlarımız... Bir günümüzde tarla işlerini, ev hallerini konuşarak bitirdiğimiz bu köyde, ertesi gün başımızın üstünden geçen kurşunlardan nasıl korunabileceğimizi konuşur olmuştuk. Bir gecede büyüyen çocuklardık artık hepimiz. Var olan gerçeklikten habersiz, dünyayı yaşadığı yerden ibaret sanan… Kısaca, ‘Zarokbum’ kendi gerçekliğimin yolculuk hikâyesidir.