“Sevinçlerim öfkeye, düşlerim ise karanlığa gömüldü”
Yıldız Çakar, “Kürtçe yazmayı bilmediğim yıllarda Türkçe şiirler yazdım. Ne zaman ki Kürtçe yazmaya başlayınca, hem çocukluk hafızasındaki Kürtçem, hem de anılarım bir bir önüme düştüler. Anadilimle yazdıkça eksik kalan yanlarımın tamamlandığını hissettim.” diyor.
ZEYNEP AKGÜL
Ankara- Bazılarımız kimi zaman fikirlerimiz, kimi zaman yazdıklarımız, kimi zaman etnik kökenimiz, kimi zaman da toplumsal baskı nedeniyle zorunlu veya gönüllü bir göçün ya da sürgünün öznesi olabiliyoruz. İşte o sürgünün öznelerinden biri de Yıldız Çakar.
Daha 15 yaşındayken ailesi ile birlikte Diyarbakır’ı terk etmek zorunda kalan Yıldız, yaşadığı o sürgünün acısını şöyle anlatıyor:
“1990'larda faili meçhul saldırıya uğrayan Kürt ailelerden sadece biriydik ve ben de daha çocuk denilebilecek yaşta sırtım, kollarım ve kaburgalarımdan 20'nin üzerinde bıçak darbesi aldım. Fiziksel ve ruhsal olarak etkileri hiç geçmeyen bu yaralarla yaşamaya devam ediyorum. O saldırıdan sonra "normal" olamadım. Sevinçlerim öfkeye, düşlerim ise karanlığa gömüldü.”
Yıldızla yersizlik-yurtsuzluk halini, Kürtçe ya da Türkçe yazdığında onda ne değiştiğini ve edebiyatla olan hikâyesini konuştuk.
• Yıldız Çakar kimdir? Bize biraz kendinden bahsedebilir misin?
Aslen Diyarbakır Karacadağlıyım. Şiirle erken tanışmış biri. Mitoloji ve bilimkurgu meraklısı. Çocukları ve kedileri seven, dengbêjler zamanında yaşıyormuş gibi hisseden biri.
• Bir röportajında “Ben daha 15 yaşındayken ailem ile beraber çıplak ve kanlı ayaklarla Diyarbakır'ı terk etmek zorunda kaldık. Bu sürgünlüğün tarifi yok... Korkunçtan da öte bir şeydi benim için.” diyorsun. Neler yaşadın Yıldız?
Bazı şeylerin tarifi yok. Aslında bu konu hakkında sadece bir kez konuştum, şu anda eski yaraları kanatmak ruh halime ağır gelir. Sadece şunu söyleyeyim; 1990'larda faili meçhul saldırıya uğrayan Kürt ailelerden sadece biriydik ve ben de daha çocuk denilebilecek yaşta sırtım, kollarım ve kaburgalarımdan 20'nin üzerinde bıçak darbesi aldım. Fiziksel ve ruhsal olarak etkileri hiç geçmeyen bu yaralarla yaşamaya devam ediyorum. O zamanlar terk ettiğimiz evimize hiç bir zaman geri dönmedik, hatta o mahalleye de adım atmadık.
• O saldırıdan sonra hayatında ne değişti?
Çok şey değişti. Her şeyden önce "normal" olamadım. Sevinçlerim öfkeye, düşlerim ise karanlığa gömüldü. Sessiz sakin, öfke bilmez biriyken, yirmili yaşlara doğru öfkeli, asi ve uyumsuz biri oldum.
“Gitmek zorunda kalıyorsunuz, gidecek bir yerinizin olmamasına rağmen”
• Doğduğun coğrafyadan gitmek... Ağır olmadı mı bu senin için?
Benim için ev demek yaşadığım coğrafya demektir. Bundan dolayı göç ve sürgünlük parçalanmışlık demektir. Var olduğun yerle, gitmek zorunda kaldığın yer arasında bölünmüş olmaktır. Sürgünlüğü bazen çölde tek kalan bir ağaca, bazen de kafileden kopmuş bir kuşa benzetiyorum. Zor veya ağır olanın da bir dip noktası var. Aslında orayı anlatamıyor, yazamıyoruz o dip ve kör noktayı. Gitmek zorunda kalıyorsunuz, gidecek bir yerinizin olmamasına rağmen. Ama yine de yola çıkıyorsunuz ve yol artık sizi nereye götürürse...
“Yaralı ruhların evidir sanat ve edebiyat”
• Kürt edebiyatında derin izler bırakmış isimler, yaşamlarını hep sürgünde geçirmişler. Bu durumu Kürt edebiyatı açısından nasıl yorumluyorsun?
Sadece Kürt edebiyatı değil, dünya edebiyatında da bu böyle. Örneğin bugün Alman edebiyatına baktığımızda en güçlü romanlar, şiirler, oyunlar sürgünde yazılmış. Sürgünlüğü ruhsal bir yaralanma olarak görüyorum. Ruh ölmemek için direniyor, direnmek de yeni yollar yaratmaktır. İşte yaralı ruhların evidir sanat ve edebiyat. Böyle güzelleşiyor, böyle büyüyor.
İki yıl önce yazdığım bir makalede sürgünlüğü şöyle anlatmıştım:
“Çok yağmur alan bölgelerdeki ağaçlar fırtınalarda kökten sökülüyor, devriliyorlar. Oysa çöl veyahut kuru yerlerde ağaçlar suyu bulmak için köklerini o kadar çok derine salıyorlar ki bu durum bu ağaçları çok güçlü fırtınalara karşı yıkılmaz hale getiriyor. Kendimi bu anlamda çöldeki bir ağaç gibi hissediyorum.”
• Peki, yazma ile nasıl kesişti yolun?
Aile büyüklerimin okuryazar olmaları, eve giren gazete ve kitapların renkliliği ve şiir, kılam ve sözlü edebiyat anlatıcılığının güçlü olması gibi etkenler yazıyla, kültürel zenginliğimizle erken tanıştırdı beni. Annemin şiir yazması ve daha okula başlarken elime geçen Pearl S. Buck'un "Ana" adlı romanının üzerimde çok etkisinin olduğunu biliyorum. Şiir yaşamımın en büyük parçası fakat düzyazı ve kurgusal yazılarım gazetecilikle başladı.
“Anadilimle yazdıkça eksik kalan yanlarımın tamamlandığını hissettim”
•“Kürtçe yaşıyorum. İster Berlin ister Ankara ya da başka bir yerde hangi dilde konuşursam konuşayım zihnimde Kürtçeye çevirmeden anlamıyorum.” demişsin. Kürtçe ya da Türkçe yazdığında ne değişiyor sende? Bir de Kürtçe edebiyatın zorlukları neler?
Kürtçe yazmayı bilmediğim yıllarda Türkçe şiirler yazdım. Ne zamanki Kürtçe yazmaya başlayınca, hem çocukluk hafızasındaki Kürtçem, hem de anılarım bir bir önüme düştüler. Anadilimle yazdıkça eksik kalan yanlarımın tamamlandığını hissettim. Bazen mecburi hallerde Türkçe yazıyorum fakat mantığı çeviremediğimden komik durumlar ortaya çıkabiliyor. Kürtçe ifadeleri Türkçeye çevirerek konuşan ve yazan birinin "ardımdan geliyor" demek yerine "Sırtıma vermiş geliyor" demesi gibi ifadeleri benden de duyabilirsiniz.
Kürtçe yazmanın benim açımdan bir zorluğu yok. Hatta son iki yılda yazdıklarımın çevirilerini başka dillerde okuduğumda aynalardaki dilin görüntüsünü görüyorum. Kürtçe güzel ve zengin bir dil. Kurumsallaşması bu kadar engellenmiş, bunca inkâr edilmiş, bunca yok sayılmış ama zenginliğini de koruyabilmiş.
Kürt dilinin önündeki zorluklar, Kürt çocuklarının kendi anadili ile eğitim görmedikleri, Kürtçe okuma ve yazma oranının düşük olması, yazdıklarımızın kendi içinde bulunduğumuz topluma ulaşması ve okunmasının önündeki en büyük engeller. Böyle güzel bir dil ve edebiyattan bahsediyoruz, lakin eğitim dilimiz başka. Eğer bir çocuğun duygu ve düş dünyası kendi anadili ile şekillenemiyorsa, ileriki bir zamanda o çocuk bir Kürtçe kitabın içindeki duygu ve düş dünyasını algılayamayacak. Bu en büyük zorluk. Bunun en büyük nedeni asimilasyon ve Kürtçe eğitim hakkının engellenmesi. Ayrıca bir düşünün kendi anadilinizle konuştuğunuz için linç ediliyor, öldürülüyor ve inkâr ediliyorsunuz. Dil yoksa edebiyat da olmaz. Her halkın varlık evi dilidir.
“Kimse bizi erkeğin yamuk bir kaburga kemiği mahsulüne indirgeyemez”
• Bir kadın olarak edebiyatın ne yazık ki eril dille inşa edilmiş ve farklı bir ses duymaya tahammülü olmayan dünyasında var olabilmek çok zor… Peki, sen edebiyat dünyasında kadın olarak var olmak konusunda ne gibi zorluklar yaşıyorsun?
Şu an içinde bulunduğumuz düzen, erkek iktidar düzeni. Devletler, sistemler, kutsal kitaplara kadar hepsi erkek düzenine uygun. Peki, bizi yaratan anamız nerede? Yaşama biçim veren, renk veren, ses veren kadın nerede? Sorularımız çok ve cevaplar arıyoruz. Kimse bizi erkeğin yamuk bir kaburga kemiği mahsulüne indirgeyemez. Tabi hayatın her alanı kadın için zor. Her gün sokakta, evde, işyerinde öldürülen kadınların sayısına baktığımızda, zorluğun sadece edebiyat ve sanat alanında olmadığını görüyoruz. Ne zamanki erkeğin iktidar düzeni tehlikeye girse o zaman kolları sıvıyorlar.
İlk romanım yayınlandıktan sonra erkek düzenini ve sistematiğini daha da iyi gördüm. Erkek iktidarının organize çalışmasını ve her köşeye kendilerince zararsız ve itaatkâr kişileri yerleştirmelerini ve hep bir ağızdan birbirlerini parlatmaları sadece günümüz ile alakalı değil, bu durumun koca karanlık bir arka planı var. İçlerinde de sadece kendi iktidarlarına zarar vermeyen, dünya yansa da sesini çıkarmayacak "şairler" ve " yazarlar"ı vardır. Böyle bir ortamda bir kadının iddia sahibi olması ve çevresel düzene itaat etmemesi, bildiği ve inandığı yolda yürüyüp doğru bildiklerini konuşması başına bir sürü şey geleceği anlamına gelir.
Yaptığın işi engellemek için her türlü yolları deneyip, seni yolundan etmeye çalışırlar. Aklınıza gelebilecek her şeyi denemekten çekinmezler, lakin yalanın mumu ancak yatsıya kadar olduğundan vazgeçmemek gerek. Evet, sansürlediler, engellendim. Ama açıkçası bunlar beni yazınsal dünya içinde büyüttü. Aydınlığa gidebilmek için karanlıkta yürümek gerek.
• Yıldız Çakar’ın hayattaki dinamikleri ve bir yazar olarak beslendiği noktalar neler?
Özgürlüğe, iyiye ve aydınlığa olan inancım. Ayrıca Karacadağ’ın toprağı, suyu, rüzgârı ve çocukluk hatıralarımdaki büyük aşkların yaşandığı masallar, mitler, kılamlar, dengbêjler duygu ve düş dünyamı besleyen kaynaklardır.
• Bir yazar olarak okuduğun ve beğendin yazarlar kimler?
Latin Amerika edebiyatını gerçekten seviyorum. Gabriel Garcia Marquez, Jorge Luis Borges, Juan Rulfo, Carlos Fuentes, Julio Cortazar. Bu yazarların yazım dünyasını kendime çok yakın buluyorum. Ayrıca Proust'u, Derrida'yı ve daha birçok sevdiğim yazarlar ve kitaplar var, şu an aklıma ilk gelenler bunlar. En son Anton Çehov'un "Üç Kız Kardeş" kitabını (oyununu) okudum.
• Hangi tür kitapları okumaktan hoşlanıyorsun? Kitap seçerken belirli bir tarzın var mı? Kişinin bir tarzı olmalı mı? Yoksa her türden kitabı okumak mı gerekiyor?
Açıkçası elime ne geçerse okuyorum. Bazılarını çok seviyorum, bazılarını bitirmeden bırakıyorum. Fakat bazı özel konular olduğunda, sadece o konuyla ilgili kitapları toplamayı seviyorum. Bu bazen mitoloji olabilir, bazen tarih kitapları olabilir. Yaklaşık on yıldır genetik üzerine yazılan yazıları ve kitapları takip ediyorum. İnsan aklının sınırlarını bize gösterildiği kadarıyla takip etmeye çalışıyorum. Robotlar, uzay ve bilim üzerine yazılanlar çok ilgimi çekiyor.
• Son olarak yeni yer aldığın projeler var mı?
Eğer bir aksilik çıkmazsa "Hangar Fünf, Deriyê Winda" adlı yeni romanımı yayına vermeyi planlıyorum. Son günlerde ise kadın cinayetlerine dikkat çekmeyi amaçlayan, birçok ülkeden farklı dillerde katılımla ve dijital olarak yapılacak bir tiyatro projesine katıldım. Önümüzdeki dönemde dijital olarak yayınlanacak.
*29 Ağustos'ta Kürtçe yazdığım "Bîra Miriyan" adlı oyunumun sadece bir bölümü Berlin’deki Maxim Gorki Tiyatrosu’nda dijital olarak yayınlandı. Cumartesi Annelerine ve Arjantin'deki Plaza de Mayo Annelerine ithafen yazdığım oyun, kayıplığın ölümden daha ağır halini annelerin ağzından anlatıyor.
Maxim Gorki Tiyatrosu, Korona salgınından dolayı bu oyunları dünyanın farklı ülkelerindeki oyunculara hazırlattı. Benim oyunum da Yönetmen Bashar Murkus tarafından Hayfa'da, Asmaa Azaizeh, Selwa Nakkara ve Bahir Nahra'nın performansıyla dijital olarak hazırlandı. Yani Kürtçe yazdığım oyun Arapça olarak oynanıp İngilizce ve Almanca alt yazılarla sergilenmiş oldu.
Ayrıca Shakespeare Kraliyet Tiyatrosu'nun 2019-2020 Avrupa projesinde yer aldım. Yazdığımız oyunlar sergilenmeye hazır iken pandemi nedeniyle iptal edildi. Bu projenin yakın gelecekte nasıl değerlendirileceğini henüz bilmiyorum.