“Prenses Model’in Külkedisi masalıyla bir derdi var”

Bitip tükenmek bilmeyen kadın cinayeti haberleri ve gelinliklerin kullanıcısı olan kadınların bu cinayetlere kurban gitmesi arasındaki tezatlık… “Prenses” Model” bu zıtlığı beyaz perdeye yansıtıyor.

 
ZEYNEP PEHLİVAN
İzmir-Dilan Engin,1988 yılında Van’da dünyaya geliyor. Van’da bulunduğu süre boyunca birçok kültürel ve sosyal etkinlikte yer alıyor. İlkokuldan itibaren tiyatro ve müzik gruplarında bulunuyor. Lise yıllarında  “Lösemili Çocuklar” ve “Sokakta Çalışan Çocuklar” için faaliyetler yürütüyor. Bilgi Üniversitesi Gençlik Çalışmaları Birimi ile kurduğu ilişki sonrasında sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarına ağırlık veriyor.  Çocuklar, gençler ve kadınlar üzerine yürütülen projelerde değişik pozisyonlarda yer alıyor.
Van'dan İzmir'e taşındığında hayatı büyük ölçüde değişiyor. Hem batıda bir şehirde yaşamak hem de üniversite ortamıyla karşılaşmak yaşamında yepyeni deneyimlere vesile oluyor. Birbirinden çokça farklı bu iki şehirde birçok şey biriktiriyor. Bu süreçte kendine sürekli şu hatırlatmada bulunuyor: 
“İnsan yaşadığı yere benzer” diyor ya şair ben iki şehirde de yaşadığım yere benzememek için direndim. Her gün “Bunu unutma Dilan!” diye sayıklamama sebep olan pek çok şeyin yaşandığı bu coğrafyada, unutmamayı ve -adil bir yüzleşme için- hatırlamayı bilenlerden olmayı diledim. Ben hayatımda önce şiire inandım, sinema sonrasında geldi. Anlatmazsam utanacağım çok şey var bu dünyada. Elimde kamera varsa filmini çekmeyi, kalem varsa şiirini yazmayı, taş varsa duvarını örmeyi, küfrü varsa küfrünü savurmayı dilerim.”
2007’de İzmir’e Ege Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü kazanıp gelmişsin. Ardından biyografinde, birçok geçerli bahane ile sosyoloji bölümünü 3. sınıfta bıraktığını görüyorum. Sosyoloji bölümünü bıraktıktan sonra, 2011-2016 yılları arasında Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Film Tasarımı Yazarlık Bölümü’nü tercih etmişsin. Sinemaya ilgin okul öncesi dönemde mi yoksa okula geçince mi başlamıştı? Sinemaya başlangıç yolculuğunu bize anlatır mısın?
Sosyoloji bölümü benim için rastlantısal bir tercih değildi. Gerçekten kendimi ve akademi eğitimimi sosyoloji üzerinden tasarlamıştım. Ne yazık ki Ege Üniversitesi Sosyoloji Bölümü bu beklentilerimi karşılamadı ve keskin bir kararla okulu bıraktım. İşin aslı aklımda sinema okumak yoktu. Sadece bir şeyler yapmak ve üretmek istiyordum. Tesadüfi bazı gelişmeler sonucunda Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi yetenek sınavlarından haberim oldu ve denedim, sınavı kazandım.
Sosyoloji, şiir ve müzik hep hayatımda önemli yer kaplamıştı. Sinema bana bunları bir arada değerlendirebileceğim ve herhangi birinden feragat etmeksizin çalışabileceğim bir alan sağladı.  Neyse ki Dokuz Eylül Üniversitesi Sinema Bölümü,  Ege Üniversitesi Sosyoloji Bölümü gibi bir hayal kırıklığına sebep olmadı. Bana alanında yetkin pek çok hocadan dersler alma fırsatı verdi. Dokuz Eylül Üniversitesi aslında pratikten ziyade teorik eğitim konusunda iddialı bir okuldur. Okul süresince büyük oranda özel çabamla çeşitli projelerin farklı pozisyonlarında bulunarak sinema pratiğinin bilgisini tesis etmeye çalıştığımı söyleyebilirim.
Okul sürecinde ve sonrasında yürütücü yapımcı, yardımcı yönetmen ve senaryo alanlarında çalışmaların olmuş. “Sinemasal”, “Boşluk”, “Boğulmanın Adabı”, “Yas Hakkı”, “Evin” isminde filmlerde çeşitli görevler almışsın. Bir anlamda sinemanın farklı alanlarına da temas etmişsin. Çekim süreçlerinden post prodüksiyonuna kadar seni zorlayan durumlarla karşılatın mı? Bu filmler sayesinde nasıl deneyimler kazandın? Sinema yapmak, başlamadan önce düşlediğin gibi miydi? 
Çalıştığım bütün projeler söylemek istediklerimin altını çizen projelerdi. Ne şans ki öyleydi! Toplumsal cinsiyet eşitliği, engellilik, yaşlılık, bellek, iktidar, faili meçhul cinayetler gibi alanlarda çalışırken birçok şey öğrendim ve üretmeye çalıştım. Film yapma süreci biten bir şey değil; bir kere o konu hakkında düşünmeye başlayınca ondan ömür boyunca sorumlu oluyorsun,  en azından benim için öyle. Çalıştığım her pozisyonun kendine göre zorlukları elbet vardı; fakat zaten bu zorluklar film üretme işinin kendine has zorluklarından farklı da değildi. En önemlisi; kısıtlı bütçelerle çalışıyor olmamız ve filmin seyirciyle buluşmasını sağlamak açısından gerekli donanımdan yoksun oluşumuzdu. Örneğin, yönetmenliğini yaptığım "Prenses Model" filmi için destek bulmuş ve konuyla ilgili gerekli saydığım araştırmaları yapmıştım; fakat dağıtımı ve yaygınlaştırmasıyla ilgili yeterince tecrübeli değildim.   Benim için aslında bütünlüklü olarak bir öğrenme serüveniydi.  Sinema, başkalarının deneyimlerinden öğrendiklerimle kendi deneyimlerimi birleştirdiğim, itiraz ettiğim bir bütüne dönüştü. Ben bu yolda yürürken sinemayı sevdim diyebilirim.
2018’de son projen olan “Prenses Model” isimli belgesel filmi çekmişsin. Bu belgesel fikri nasıl doğdu, gelişti ve çekmeye ikna oldun?
 Öğrencilik yıllarımda para kazanmak için yakın bir arkadaşımın gelinlik firmasında çalışmaya başladım. O zamana kadar ne evlilik ne de gelinlik üzerine düşünmediğimi fark ettim. Her gün gelen müşterilerle ilgileniyor, onların evlilikle ilgili hayallerini dinliyordum. Bir gelinliğin birçok anlama sahip olduğunu o zaman gözlemlemiştim. Bir gün atölyede gelinliğin bedenine boncuk işliyordum. Radyo da açıktı. Kocası tarafından öldürülen bir kadının haberi çalındı kulağıma. Ben boncuk işlemeye devam ediyordum. İçimden “Ah!” dedim. Haberler bitti ve hemen arkasından Bergen’in “ Sen Affetsen Ben Affetmem” şarkısı çalmaya başladı. Ben boncuk işlemeye devam ediyordum. O gün orada ne oldu bilmiyorum – biliyorum aslında: saf bir çelişkiyle yüz yüze geldim- bunu anlatmanın bir yolunu bulmalıyım dedim.  Bergen’in kezzap atılmış yüzü, az öncesinde duyduğum cinayet haberi, diktiğim gelinlik hepsi birer metafora dönüştü ve işin açıkçası canımı yaktı. O sırada belgesel fotoğraf dersi için bir ödev hazırlamam gerekiyordu. Bir arkadaşımla beraber gelinliğin üretimi ve vitrin arasındaki farkı anlatmak için bir fotoğraf projesi hazırladık. Bu fotoğraf projesi Belgesel Sinemacılar Birliği’nden aldığım fonla aradan geçen 5 yılın sonunda Prenses Model belgeseline dönüştü.
“Prenses Model” belgeselinin çekimlerinde, kendinin de içinde olduğunu ifade ettiğin gelinlik işçisi kadınlarla neler yaşadın? Bu belgeseli çekmeni sağlayan “Prenseslik” imgesini bize biraz anlatabilir misin? Çekimlerde ve film izleyiciyle buluştuğunda “Toplumun talep ettiği kadınlık imajı” üzerine gittiğin filminin sana ne gibi geri dönüşleri oldu? 
Egemen anlatının, benim hikâyem olmadığını fark ettiğimde bende bir boşluk oluştu. Ne anneannemin anlattığı prensestim ne babamın zannettiği naif kız ne de sevgilimin beklediği sevgiliydim. Her biri bir prototip ve hiçbiri kendin olmana müsaade etmiyor. Özellikle kız çocukları beyaz atlı prensini bekleyen, bir gün sabrın ve sadakatin mükâfatı olan o prensleri bulacakmış gibi yetiştiriliyor. Bütün toplumlar bu yalanı kuşaktan kuşağa aktarıyor. Nihayetinde birçok kadın o prensler tarafından öldürülüyor. Prenses Model’in Külkedisi masalıyla bir derdi var. Gelinlik ile balo kıyafeti arasında, periler ile gelinliği diken tekstil işçileri arasında bir benzerlik var. O ayakkabı hiçbirimizin ayağına olmuyor!  En önemlisi biz o ayakkabıları giymek istemiyoruz! O gelinliği dikerken benim gibi şüphe duyan insanları aradım aslında.  Film; bir gelinliğin tasarımından vitrine kadarki yolculuğunu adım adım izletirken gelinliği diken kadınların duygularına, çelişkilerine tanıklık etmeyi hedefliyor. Gelinliğin üretimi ile kadınlık imajı üretimi ve beklentiler arasında bir benzerlik var. Kumaş kesiliyor, biçiliyor, ezilip bükülüyor ama vitrinde duran gelinlik sanki bunları yaşamamışçasına steril, parlak bir illüzyonla sunuluyor. Halen bir gelinlik firmasında çalışıyorum. O yüzden mesele hala devam ediyor benim için. Film, birçok festivalde gösterildi beğenildi sanıyorum aynı zamanda haklı eleştiriler de aldı.  Eleştirilerin önemli kısmı ses gibi teknik aksaklıklarla ilgiliydi. Çokça kadından duyduğum, gelinliğe toplu iğneyle dantel monte edilen sahnede “iğneler bedenime batıyor gibi hissettim” cümlesini de filme yapılmış en önemli iltifat sayıyorum.
Sözlü kültüre yönelik çalışmalar da yapıyormuşsun. Son belgeselinden sonra üzerine çalıştığın başka bir projen var mı? Neler yapıyorsun ve yapmayı düşünüyorsun? Bir de sinema alanında veya genel olarak kadınlara neler söyleyebilirsin? 
Üzerinde çalıştığım birçok proje var aslında. Belgesel olarak çalışacağım "Erivan Radyosu" ,kısa- orta metraj kurmaca olarak çalışacağım "Ölüyorum Kederimden"  ve uzun metraj projesi olan "Ah" var. Hem içeriğin derinleştirilmesi hem de maddi sıkıntıları çözmek için çalışıyorum. 
“Aslanlar kendi tarihlerini yazana dek, av hikâyeleri hep avcıları övecektir” sözü benim için hep çok önemli olmuştur. Kendi hikâyelerimizi yazacağız, kendi tarihimizi kendimiz yazacağız. Başka türlüsü güç! Dolayısıyla her alanda yan yana duran, birbirinin varlığından haberdar olan, elinden tutan bir yerde durabilmeliyiz. 8 Mart 2020’de bütün sokaklar tutulmuşken devasa bir kalabalıkla bir araya gelmeyi başaran can kadınların açtığı pankarttaki "Umutsuzluğa kapılırsan bu kalabalığı hatırla" cümlesi her daim aklımızda dursun.