Kara turizmden çıkan belgesel: “Hayat Ağacı”

Uzun yıllar turist rehberliği yapan Filiz Temiz Gecikmiş, “kara turizm” diye adlandırılan, trajedilerinin, felaketlerin yaşandığı yerlere insanların seyahat etmeleri ilgili de çalışmalar yapıyor. Filiz hikaye anlatıcılığını çok sevdiği için, kara turizm çalışmasına Mardin’de devam ederken yolu belgesel sinemayla da kesişiyor. Tüm bu becerileri birleşince Mardin’deki incelemesinden “Hayat Ağacı” isimli belgeseli ortaya çıkıyor.

Uzun yıllar turist rehberliği yapan Filiz Temiz Gecikmiş, “kara turizm” diye adlandırılan, trajedilerinin, felaketlerin yaşandığı yerlere insanların seyahat etmeleri ilgili de çalışmalar yapıyor. Filiz hikaye anlatıcılığını çok sevdiği için, kara turizm çalışmasına Mardin’de devam ederken yolu belgesel sinemayla da kesişiyor.  Tüm bu becerileri birleşince Mardin’deki incelemesinden “Hayat Ağacı” isimli belgeseli ortaya çıkıyor.

Zeynep Pehlivan

İzmir- Filiz Temiz Gecikmiş, Manisa’nın Akhisar İlçesi’nde doğuyor ancak 5 yaşına geldiğinde ailesi İzmir’e göç ediyor. Arkeoloji bölümü hayal ettiği bir bölüm olmasa da bu alanda eğitim alıyor. Evin geçimine destek olmak ve bir an önce mezun olup iş bulmak için bölümü bitiriyor. 10 yıl kadar kurumsal işlerde çalışıp bu işlerin ruhunu çürüttüğünü fark edince hayatının geri kalanını böyle geçirmek istemediğini anlıyor. Turizm Bakanlığı’nın açtığı turist rehberliği kurslarına katılmaya karar veriyor. Arkeolog olarak çalışmıyor, ancak meslek olarak seçtiği turist rehberliği işinde arkeoloji eğitiminin profesyonel rehberlik alanında faydalarını görüyor.

Daha özgür ruhlu, keşfetmeye ve yaratıcılığa açık olduğunu düşündüğü turist rehberliğini 12 yıl boyunca yapıyor. Doğduğu yer olan Akhisar’a yıllar sonra Hıristiyan ve Yahudi turistleri kendi kültürlerine ait izleri göstermek için gitmek durumunda kaldığında hem kendini, hem de yaşadığımız topraklarla ilgili pek çok şeyi daha derin sorgulamaya başlıyor. Buradaki çok kültürlü yapıya karşın insanların bu denli hafıza kaybı yaşaması onu hem şaşırtıyor hem de çok üzüyor. Belki de buradan hareketle insanların felaketleri, trajedileri yaşadığı yerlere seyahat etmeleri anlamına da gelen “kara turizm” alanına yöneliyor.

Filiz, rehberliğin yanı sıra içerik üreticiliği, seyahat yazarlığı da yapıyor. Hepsinde onu motive eden ortak nokta işin hikâye anlatıcılığı kısmı. Son zamanlarda tur rehberliğinin ruhen onu ne kadar zorladığını fark ettiği zamandan beri de hikâye anlatma işini daha çok yazarak gerçekleştirmeye çalışıyor. Tüm bu ilgi alanlarının birleşimi ile de ilk belgesel projesi “Hayat Ağacı” ortaya çıkıyor.

2018’den beri kara (dark) turizm üzerine çalışmalar yapıyormuşsunuz. Kara Turizm nedir, öncelikle bunu biraz açabilir miyiz? Nasıl böyle bir alana yöneldiniz?

Kara turizm, kısaca insanlık trajedilerinin, ölümlerin, felaketlerin yaşandığı yerlere yapılan seyahatler olarak özetlenebilir. Bu tür yerlere seyahat etmeyi seviyordum. Bunun beni bir “kara gezgin” yaptığını kara turizm kavramıyla tesadüfen karşılaştığımda öğrenmiş oldum. Sonra annemi kaybettim. Bu ölümle ilk sarsıcı karşılaşmamdı ve üzerine çok düşünmeye başladım.  En çok da ben tek bir ölümle baş etmeye çalışırken, ölümle sürekli burun buruna yaşanan coğrafyalarda ölüm-yaşam algısının nasıl olduğunu, oralarda hayatın nasıl sürebildiğini merak etmiştim. Bu motivasyonla Kuzey Mezopotamya illerini dolaştım. Bu seyahatin üzerimde bıraktığı etki çok büyük oldu.

Bu seyahat kapsamında gittiğim Mardin’de, Dara Antik Kenti’nde bulunan bir toplu mezardan haberdar oldum. Bu mezar, Antik Çağ’da yaşanmış bir savaşta ölen 3000 askerin kemiklerinin bir arada gömülü olduğu, girişinde yeniden diriliş inancıyla ilişkili Eski Ahit’ten bir duanın tasvir edildiği rölyef bulunan ve bu kutsiyetle günümüze kadar gelmeyi başarmış çok özel bir yer. Üstelik günümüzde bölgede yaşayan Süryanilerce bu duanın halen cenazelerde ve ölüleri anma Pazarı denen günde okunduğunu öğrendim. Bu haliyle burası 1500 yıllık yaşayan bir hafıza. Ve Türkiye’de buna benzer sayısız yer var. Dara’daki bu mezardan o kadar çok etkilendim ki burası Türkiye’deki ölüm ve insanlık trajedileriyle ilişkili yerlerle ilgili bir çalışma yapma kararı almama neden oldu. Halen üzerinde çalıştığım Türkiye’nin online kara turizm haritasını oluşturma projesi böyle başlamış oldu. 

Bir yandan turizme “eğlence” misyonunu yüklemenin tam aksi yönünde bir bakış açısına sahip olan Kara Tuzim’e ilgi ne düzeyde? İnsanlar tarihlerindeki felaketlere ve trajedilere ev sahipliği yapmış mekanlarla yüzleşmek istiyorlar mı?

Kara Turizm sadece Türkiye’de değil dünyada da yeni bir kavram. 90’ların sonlarında akademik literatüre girmiş. Tabii biliyoruz ki ölüm ve trajedi ile ilişkili yerlere seyahat yeni bir şey değil. İnsanlar kişisel ya da toplumsal bağları nedeniyle bu tür yerleri zaten ziyaret ediyorlar. Yahudi toplumların soykırım kampları ya da müzelerini ziyaret etmeleri, 2. 3. Kuşak Rum ve Türk mübadil torunlarının atalarının köylerini ziyaret etmeleri gibi örnekler verebiliriz. Araştırmalar özellikle 2000’li yılların başından itibaren ölüm ve trajedi ile ilişkili yerlere yapılan seyahatlerin belirgin şekilde arttığını gösteriyor. Örneğin, 2016 Aralık ayında Google arama motorunda yaklaşık 4 milyon kez “dark tourism” kelimeleri aratıldığı saptanmış. Mesela, Chernobyl felaketinin yaşandığı bölgeyi ziyaret edenlerin sayısı 2013’de 8.000 iken 2018’de 65bin’e, 2019 sonu itibariyle 100bin’e ulaşmış. Polonya Auschwitz soykırım kampını 2014’de 1,5 milyon kişi ziyaret etmiş. 2015’de ziyaretçi sayısında %40 artış saptanmış. Turist motivasyonlarındaki bu değişimin internet teknolojilerinin, medya kültürünün geldiği nokta ile her şeyin bu kadar görünür olmasının insanları artık hiçbir şeyin kolay kolay şaşırtmadığı ve kendisini gerçekten heyecanlandıracak, şaşırtacak arayışlara girmiş olmasıyla ilişkili olduğu düşünülüyor. Ama kara turizm içeriği bakımından çok da zor, hassas bir konu aynı zamanda. Bazı kişiler öğrenme, merak ya da kişisel bağlar gibi nedenlerle bu tür yerleri ziyaret etmek isterken, özellikle merkezi otoritelerin gündemleri ya da bakış açılarına göre bu tür yerlerin görünürlükleri azaltılmaya hatta yok sayılmaya çalışılabiliyor. Ya da her ölüm, trajedi olayı herkes için acı verici algılanmayabiliyor. Bu duruma memnun olanlar da olabiliyor. Ya da olayın doğrudan muhatabı olan kişiler ve onların devamı olan nesillerde olayın üzerlerinde bıraktığı travmatik etki nedeniyle hassasiyet olabiliyor ve o yerin turistik amaçlı ziyaret edilmesinden rahatsızlık duyabiliyorlar. Bu konuda çalışma yapan kişilerin mutlaka bu hassasiyetleri ön planda tutması, etik kurallara uygun davranması gerekiyor.

Kara Turizm üzerine yaptığınız araştırmalar sizi sinema ile buluşturmuş. Bu durumu belgeleme ve sinema diliyle anlatma aşamasına nasıl geldiniz? Mardin şehrini seçmenizin sebeplerini öğrenmek isterim.

Yukarıda bahsettiğim ilk Mezopotamya seyahatinden duygusal olarak darmadağın döndüm. Üzerimde en büyük etkiyi yaratan yer Mardin oldu. Önceleri nedenini tam anlayamamıştım. Salt Mardin’in masalsı güzelliği olamazdı nedeni. İşim gereği çok fazla masalsı yer gezmiş, büyülenmiştim. Mardin’de daha önce başka hiçbir yerde hissetmediğim bir şey hissediyordum. Aklım hep oradaydı, hep orada olmak istiyordum. Bunun nedeni üzerine uzun uzun düşündüm. Ben kendimi hiçbir yere ait hissetmiyorum. Aidiyetsizlik, köksüzlük hayatımı zor kılan bir şey. (belki de bilinç dışında bu yüzden tur rehberi oldum, ait hissedeceğim bir yer bulma ihtiyacından) Mardin’de karşılaştığım şey çok güçlü kökler ve gücünü bu köklerden alan muhteşem bir yaşam direnişi, döngüsü idi. Ayrıca oraya aklımda ölüm üzerine sorularla gitmiştim. Orada ölüm korkusunun yerini inancın aldığını gördüm. Binlerce yıllık masallara, toprağa, insanlığın doğadan kopmadan önceki zamanlardan kalan kadim bilgilere, ben değil biz olmaya, endüstriyel değil, el yeteneği ile üretime olan inanç... Dünyanın dört bir yanına savrulmuş olsalar dahi bu güçlü kökler sayesinde hayatı devri daim ediyor, ölümü muhteşem döngünün parçası olarak kanıksıyorlardı. İşte bütün bunlar kendimde eksiliğini hissettiğim şeylerdi. Kendimi Mardin’e ait hissetmiyordum ama Mardin’e aşık olmuştum. Üstelik bu muhteşem insanlık hafızası nesillerdir yok edilmeye, yok sayılmaya çalışılıyordu. Mahvolmuştum. Bunları anlatmam gerekiyordu. Türkiye’nin online kara turizm haritasını çıkarmaya Mardin’den başlamaya karar verdim. Birkaç ay sonra Mardin’e tekrar gittim. Bu kez Mardin’in ölüm, trajedi ile ilişkili yerlerini kaydetmek ve bu içeriklerle Mardin’in kara turizm haritasını oluşturmaktı amacım. Üç hafta sonra İzmir’e döndüğümde yine duygularım çok yüksekti. Bir gece bu yaşadığım sürecin hikâyesini yazarken buldum kendimi. Ölümle tanışmamın üzerimde yarattığı travmatik etkinin beni Mardin’le buluşturması ve sonunda bir çeşit katarsis oluşması üzerine. Ve böylece -hiç aklımda yokken- Mardin’de yaptığımız çekimler bu hikayeyle birleşip bir belgesel filme dönüştü. 

Aşık olduğunuz Mardin’de “Hayat Ağacı” isimli ilk belgeselini de çekmiş oldunuz. Zorluklar yaşadınız mı? Bu anlamda kadın kimliğiniz üzerinden görmüş olduğunuz ayrımcılık gibi durumlara maruz kaldınız mı?

Çekimlerden ziyade post prodüksiyon aşamasında çok zorlandım. Bunun birinci sebebi ilk film tecrübem olmasıydı tabii. Ama başka bir nedeni de yukarıda söylediğim gibi biz Mardin’e içerik videoları çekmek amacıyla gitmiştik, film yapmak için değil. Sonradan olay film projesine dönüşünce kurguda özellikle çok zorlandık tabii. Tekrar Mardin’e gidecek bütçem de yoktu artık. Neyse ki o aşamada sektörü iyi bilen sevgili arkadaşım Nihan Arısoy kurguyu yaparak ve müzisyen kardeşim Can Temiz ses kaydı ve ses dizaynlarını yaparak imdadıma koştular. Kendilerine minnettarım.  

Mardin’e eşimle birlikte karavanımızla gitmiştik. Yalnız değildim. Ama yalnız da olsam Mardin’de kadın olduğum için ayrımcılık göreceğimi hiç düşünmüyorum. Orada kim olursak olalım ‘’başım gözüm üstüne’’ karşılanacağımızı hissettik. Belki bu misafir olma durumuyla da ilgilidir, bilemiyorum. Ama hissettiğimiz şey buydu. Bir parantez, hayatım boyunca kadın olmayla ilgili ayrımcılığı çeşitli vesilelerle yaşadım. Bu ataerkil dünya düzeninde buna maruz kalmamak imkansız. Önemli olan demoralize olmadan devam etmek.

Belgesel çekimi yaptığınız bölgede yaşayan insanlarla beraber hareket ettiğiniz anlar olmuştur. Çekimler sırasında Mardin halkıyla unutamayacağınız, sizi etkileyen neler yaşadınız?

Dara Antik Kentindeki toplu mezarda tasvir edilen duanın günümüz Süryanilerince bölgede hala okunduğundan bahsetmiştim. Bunu mutlaka çekmek istiyordum. Dua günümüzde sadece belirli durumlarda okunuyordu: Cenaze törenlerinde, Ölüleri Anma Pazarı’nda ve bazı kiliselerin Cumartesi ayinlerinde. Bu konuyla ilgili, o zamanlar Deyr-ül Zafaran manastırında rehber olan sevgili Lucas Aktaş’tan yardım istemiştim. Biz orada olduğumuz sürece bir cenazeye denk gelme olasılığımız düşüktü; çünkü cemaat çok az kalmıştı. Ölüleri Anma Pazar’ının tarihi geçmişti. Bu duanın Cumartesi ayinlerinde düzenli okunduğu Lucas’ın bildiği bir kilise yoktu. “Bu geleneği 1500 yıldır devam ettirdiğinizi göstermemiz çok önemli. Bu duayı çekmek istiyorum’’ dedim. Ne yapacağını o da bilemiyordu ama yardım etmeyi de çok istiyordu. ‘’Siz manastıra gelin bir yolunu bulacağız’’ dedi. Nasıl yapalım diye konuşurken Lucas’ın aklına bir şey geldi. ‘’Burada bekleyin’’ dedi ve gitti. 15 dakika sonra geri geldi. ‘’Metropolit ile görüştüm, izin aldım. Ben papaz kıyafetleri  giyeceğim. Meryem Ana evinde bu duayı okuyacağım. Siz sadece beni çekeceksiniz. Canlandırma yapacağız yani’’ dedi. Dediğini yaptık ve filmde bu çekimi kullandık. Sevgili Lucas ile hala görüşüyoruz.  

Belgesel sinema alanında üretmeye devam edecek misiniz? Yapacağınız projeler neler ve hangi alanda olacak? Kara Turizm üzerine mi üretimler devam edecek mi?

 Bu vesile ile içine girdiğim belgesel sinemacılığa aşık oldum. Kendimi bu alanda geliştireceğim. Aslında yaptığım diğer işlerle bunun da ortak noktası yine çok sevdiğim hikâye anlatıcılığı. Burada işin içine estetik, yaratıcılığı daha fazla dâhil edebiliyorsunuz. Buna bayıldım. Hikâyelerimi kamera arkasından da anlatmak için sabırsızlanıyorum. Bu arada daha Mardin’le işim bitmedi. Mümkün olan her vesile ile oraya gidip hem kara turizm noktalarını kaydetmeye hem de Mardin için yeni projeler üretmeye devam edeceğim.

Belgesellerini çekmeyi hayal ettiğim şeyler yine kara turizm ile ilişkili olacak. Hayat Ağacı’nda olduğu gibi çektiğimiz filmler aslında kara turizm haritama içerik oluşturabilecek filmler olacak. İki konuyu birleştirmiş olacağım yani. Bu arada kara turizm ile ilgili başka bir koldan daha çalışma yapıyoruz. İzmir’de sevgili arkadaşlarım Eyüp Fatih Şimşek ve Tanju Tatar’ın kurucusu olduğu Sivil Araştırma Derneği çatısı altında kara turizm etkinlikleri ve araştırmaları yapıyoruz. Örneğin salgın olmasaydı geçtiğimiz günlerde İzmir’de gerçekleştirmeyi planladığımız bir çalıştay yapacaktık. İzmir’in kara turizm potansiyelini akademisyenler, sanatçılar, kent üzerine çalışmalar yapanlarla birlikte araştıracağımız, sonunda belirlediğimiz rotada bir hafıza yürüyüşü gerçekleştireceğimiz ve İzmir’in kara turizm haritasını çıkarmayı amaçlayan bir çalıştay olacak. Bu projemiz için fon hakkı kazandık. Ama her şey karantina sonrasına kaldı tabii. 

Şu an üzerinde çalıştığım yeni belgesel ile ilgili çok acayip bir örtüşme oldu. Bu yeni projem yine bir kara turizm destinasyonu olan Urla Karantina Adası odağında İzmir’in tarihindeki salgın hastalık dönemleri ve karantina teşkilatı ile ilgili. Biz filmin çekimlerinin büyük kısmını geçtiğimiz Ekim ayında yapmıştık. Ama başka işlerden dolayı filmin senaryosunu bir türlü tamamlayamıyordum.  Şimdi evde geçen karantina günlerinde tuhaf bir şekilde kafam açıldı. Aklıma yeni fikirler geldi. Şu aralar deli gibi karantina senaryosu yazıyorum.