Eril dile şiir ile karşı çıkış: Neslihan Yalman

Neslihan Yalman, dramatik yazarlık bölümünden mezun ve bu alanda eğitimler veriyor. Eğitmenliğin haricinde farklı alanlarda yazma eylemine devam ediyor; ancak asıl dikkat çeken üretimleri ise şiirleri. Şiirleri, “eril dilin” tam olarak karşısında “dişil” aktarımıyla dikkat çekiyor. Neslihan, alışılagelmiş eril dil alışkanlıklarını tam manasıyla geri çevirerek, içinde kadınca argosunu oluşturmuş protest ve feminist şiirler yazıyor.
ZEYNEP PEHLİVAN
İzmir- Neslihan Yalman Dokuz Eylül Üniversitesi Dramatik Yazarlık bölümü mezunu ve uzun süredir bu alanda çeşitli atölyelerde dersler veriyor. Gazi Üniversitesi Türk Halk Bilimi alanında yüksek lisansını tamamlıyor. “İncinme Halleri”, “Am’a’erkil”, “Tunç Gammaz”, isminde şiir kitapları ve bir de deneme türünde “Türkiye: Ne Yaşanabilir Ne Terk Edilebilir” isminde bir kitabı var. Yazınsal anlamda en üretken olduğu alan şiir; ama onun haricinde deneme, makale, senaryo türü gibi farklı alanlarda da üretimler yapıyor. Onu farklı kılan, şiirlerinde “eril dile” protest bir yaklaşımla “dişil” bir anlatım geliştirmesi. Eril dili ters çevirip kullandığı argo anlatımı, kadın erotizm anlayışını yansıttığı dizeleri tepki de çekiyor. Yazmaya başlama sürecini, onu yazmaya teşvik eden unsurları, erkek egemen sisteme başkaldırdığı şiirlerini bize tüm açıklığıyla röportajımızda anlatıyor.
Öncelikle yaşam hikâyenizi genel hatlarıyla öğrenmek isteriz. Yazma eylemi ile yolunuz nasıl kesişti? Bize biraz bu süreçten bahseder misiniz? Daha başka bir ifadeyle neden yazıyorsunuz?
Klasiktir ama çocukluk döneminde sürekli kompozisyon yazardım, sonrasında bu metinler okul dergilerine girmeye başladı. İlerleyen dönemde kendimi Akdeniz Üniversitesi Sosyoloji bölümünde buldum. O sene aynı zamanda dramatik yazarlık sınavlarına da girmiştim ve yedekte kalmıştım. Yazarlık sürecim bu anlamda hep devam etti. Kadın oluşumlarında broşürler yazdım, serbest yapılanmalarda çeşitli yazılarım yayımlandı. Sonra dramatik yazarlık sınava tekrar girdim. Bu sefer dramatik yazarlık bölümüne birincilikle seçildim. Yazarlık serüvenim üniversite anlamında devam etti. Ben bir yandan akademik olarak ders almayı sürdürürken, diğer yandan da farklı mecralarda yazma sürecimi devam ettiriyordum.
Sosyoloji alanında kısa bir öğrenimden sonra dramatik yazarlık alanına geçiş yaptınız ve bu alandan mezun oldunuz. Sonrasında Türk Halk Bilimi üzerine yüksek lisans yaptınız. Bu süreç sizi nasıl besledi ve eğitim sistemindeki eksikliklerimizi de düşünürsek neleri tüketti? Akademik sürecinizden bahsedebilir miyiz?
Türkiye’de nereden mezunsanız orada yüksek lisans ve doktora yapma durumunu çok görüyorum. Hocalarınız büyük ölçüde aynı ve daha da önemlisi o alana kapalı kalıyorsunuz. Ben ise daha çok disiplinler arası bakmaya gayret eden biriyim. Daha önce bir sosyoloji geçmişim de vardı. Bu anlamda başka bir alanda yüksek lisans yapmak istedim. İlahiyat Fakültesi’nden tutun sosyolojiye kadar birçok farklı bölüme girdim. Türk Halk Bilimi’nin UNESCO ile de bağlantısı vardı. Başka bir disiplinde olup kendi disiplininin dışına çıkmak başka platformlarda kendini ifade etmek, bu süreçte benim temel motivasyonumdu. Bunun çok daha verimli bir yol olduğunu düşünüyorum. Yüksek lisanstan sonra akademik kariyere devam etmeme kararı aldım. Ben, “Okula gidersen yazar olunur, gitmezsen olunmaz” gibi sığ bir iddiada değilim. Açıkçası “Herkes yazar olamaz” falan da diyemem. Kendi yazarlık serüvenim, bir şekilde çocukluktan itibaren başladı. Muhakkak başka şekilde yaşayan insanlar da var. İlgi alanım doğrultusunda sözcüklerle her zaman bir alışverişim oldu. Üniversitede gerek edebi metinler, gerekse de edebiyat hocalarımla kurduğum yakın bağın da muhakkak bir katkısı oldu diye düşünüyorum. Orada da küçük okul gazeteleri ya da dergilerinde hep şiirleri ben okurdum, hatta özel etkinliklerde sunuculuk yapardım.
Yazarken genel anlamda nelerden besleniyorsunuz? Sizi motive eden, size çıkış noktası yaratan unsurlar nelerdir?
Yazarken öncelikle kendimden yola çıkıyorum; ama çevre, evren gibi daha geniş ölçekli boyutlardan besleniyorum. Ötekilik kavramı, güç ve iktidar, ezen-ezilen ilişkileri, her şeye rağmen kendi sözünü sakınmadan söyleyebilme özelliği, yazmak konusunda benim için en önemli unsurlardan. Dünyaya ve Türkiye’ye baktığımda özellikle herkes bir biçimde yazma sürecine girebiliyor. Benim derdim Türkiye’ye baktığımda o otantiklik ve çatışmayı ya da uzlaşma sürecini sorgulamak. Şu anda durmadan intiharlar oluyor. Bu beni epey etkiliyor. Kadın olmam ayrıca etkiliyor. Diğer yandan tarihsel süreçler etkiliyor. Trump’ın bir açıklamasından Suriye’de olanlara, ekonomik krizden Corona virüsüne dek aklınıza gelen her şey bir şekilde beni doğrudan ya da dolaylı yoldan etkiliyor. Bunları estetik bir süzgeçten geçirip yine de kendi bildiğim anlamda yazmayı, söylemeyi önemsiyorum. Diğer yandan ister istemez de en iyi bildiğim şeylerden biri kadın olmak! Türkiye’de ve dünyada kadın olmanın çok büyük bir maliyeti var. Dünyada da böyle ama bizim gibi Ortadoğu ülkelerinde bu süreç daha farklı gelişiyor. Bazen bir şeyler beni dürtüyor sanki. “Bunu yazmalısın, sezdiğini hemen söylemelisin” diye. Ben de ona uyuyorum ve oturup yazmaya başlıyorum.
Üretimlerinize ve eğilimlerinize baktığım zaman ilk etapta farklı türde metinler yazmanız dikkatimi çekti. Çok farklı türlerde ürün veren ender birisiniz. Bunun bir avantaj mı yoksa dezavantaj mı olduğunu merak ediyorum. Türler arasında geçişler yapmak sizi zorluyor mu? Bu konuya nasıl bakıyorsunuz?
Şiir tutkusal bir şey. Hastalık bir anlamda benim için ama yararları da var. Aşk gibi bir şey. Bir yandan çok tutkulunuz, bir yandan çekiliyorsunuz. Kafanızda sürekli sözcükler dönüyor ve bir anlamda boğuluyorsunuz. Bencil de bir yanı var. Şiiri bırakmayı çok denedim. İlginç bir şekilde o beni bırakmadı ve çalışmalarım, kitaplarım hep şiir üzerine oldu. Diğer taraftan ara ara denemeler yazıyorum. Sosyal olaylara, sanatsal olaylara dair gördüğüm perspektiften. Şiir ve denemenin haricinde tiyatro metinleri yazdım. Bu türler birbirinden elbette farklı olabilir; ama ben disiplinler arası çalışmaya inanıyorum. Bu biraz da performatif bir dünyaya da gittiğimize olan inancımdan da kaynaklanıyor. Mesela bizim “Açık Şiir Hareketi” var. Performanstan, sokaktan yola çıkarak herhangi bir çevreden, mekandan yola çıkarak şiire dönüşüyor. Mesela bu da tiyatroda benim işime yarayan bir şey. İç içe geçebiliyor bunlar. Biraz bu anlamda belki deneme türü farklı bir yerde durabilir. Genelde şiir yazan, belki roman yazıyor, ama yine o edebi türün içinde kalıyor. Yani öyle çok uç noktaya da gitmiyor. İşte ben tam olarak o ara yüzeyleri oluşturmaya çalışıyorum diyebilirim. 
Son dönemde üretimleriniz ne yönde ilerliyor? Biraz da son dönemde yaptıklarınız ve yapacaklarınızdan da bahsedelim isterim.
Dünyada genel bir kapitalist sistemin içindeysek hepimiz bir şekilde kapitalistiz bu anlamda; ama bunun da bir yüzdesi var diye düşünüyorum. Tabi bunun karşısında az da olsa alternatif yapılar çıkmaya başladı. Şili’de, Fransa’da olaylar oluyor. Başka bir şekilde olsa da bu olaylara bizde de rastlamak mümkün. Dünyada bir yanda kapitalist üretim süreçleri, bir tarafta da o yapının içinden çıkmaya çalışan insanlar, gruplar direnişçiler olacağını düşünüyorum. Benim sürecimde direniş çok önemli. Sonuca varması anlamında söylemiyorum. Mesela “Ölümsüzdür” diye bir dosya yazdım ve Dilek Doğan’a adadım. Çok etkiledi beni. Bunun gibi bir çok şey etkiliyor. “Ölümsüzdür” sloganını çok kullanıyoruz ve bu, esasen slogandan da öte bir durum. Orada bir hakikat var bence. Özgecan’dan Ceren’e öldürülen kadınlar, dahası kadınların içine düştükleri durumlar, beni çok etkiliyor. Ulrike Meinhof, Silvia Plath, Clara Zetkin gibi alanlarında kendilerini ifade etmeye çalışmış isimler de benim için bir ilham kaynağı. Konca Kuriş, Türkiye İslami yapısı içerisinde benim için çok önemli bir modeldi. Çünkü kendi otantikliğinizden bir model yaratırsınız. Bu isimlerin ve benim yaşadığım sıkışma, biçilen roller yazınsal sürecimi etkiliyor. Sert ve protest bir tarafa gittim diyebilirim ama özümden beri geçmişten bir duruş vardı. Keşke bu denli radikal feminist biri olmasam; ama bir tarafınızı korurken buna imkan yok. Size her an için bir yafta yükleniyor. Geçmişten gelen kültürel, genetik kodlarınız var. Bunlara hem uyum sağlamaya çalışıyorsunuz hem bunlarla çatışıyorsunuz. Dünyaya uyum sağlamaya çalışırken bir de bunun üzerine evrende olanlar. İşte marsın kraterlerini çekiyorlar. Dünya savaşları var. Bir bilimkurgu izliyorsunuz. İnsanlık başka bir sürece gidiyor. Japonya’da yapay kan üretiliyor. Şaşırıyorum. İleride çocuklarımız Android mi olacak. Yeni bir nesil geliyor, bunlar bilgisayarla büyüyorlar. “Bu ne olacak?” diye düşünüyorum. Benden çıkan bireysel yapı, sosyal toplumsal yapı, dünyanın üzerine uzay ve evren, neticede tüm bu bilinmez yapı, katman katman beni etkiliyor. 
En fazla dikkatimi çeken ise şiirinizde eril dile karşı 'dişil dili" kurmanız oldu. Özellikle şiirlerinizde bu dil epey dikkat çekiyor. Elbette bir kadın yazıyor bunları ve kadın gibi yazacaktır. Bu dil ve üslup meselesi ile ilgili neler söyleyebilirsiniz.
İlk şiir kitabımın adı “İncinme Halleri” idi. Ben sanatçının yarı bilinçle yaşadığını düşünüyorum. Bir şeylerin farkında, artistik kontrolü sağlıyor. Bilinçdışında da yaşadığı bir tecrübe var ve onu ifade etmek istiyor. Orada yine direnmeye çalışan ama kırılgan da olan kadın vardı. Oradan sonra “Am’a Erkil” diye bir kitap yazdım. Bir arkadaşım hakkımda şöyle bir örnek vermişti William Blake’i hatırlatarak: “Onun da masumiyet şarkıları kitabı çıkmıştı, sonra deneyim şarkılarına dönüştü. Bu anlamda deneyim kaybettiğimiz masumiyetinizdir. Benim de tam olarak öyle. Her zaman hayatla bir derdim var ve onun yazınsal olarak tonunu yakalamaya çalışıyordum. Orada bir kuzudan bahsedilir o diğer kitapta kaplana dönüşür. Benimki de biraz öyle oldu. İyi olan çok yapıt var ama özgünlük daha dikkat çekici oluyor artık. Ben anaerkil değilim, anne değilim yani. Ataerkil sistemle de sorunum var. Bu da Ama Erkil’e dönüştü. Sözcüğün etimolojisine indim. Dilin evrimsel bir olgu olduğunu düşünüyorum. Dil de bir mücadele istiyor. Bu dişil dili kurmak için düşündüm. Can Yücel veya Küçük İskender gibi bir kadın olabilir mi? O dişil tonu bir bulamadım ben. Bu eril dil kodlarını tersine çevirerek geri göndermeye karar verdim. “Erkeleri provoke etmek için mi böyle yaptın?” diyenler oldu. Provokasyon olmak zorunda, yoksa dişil dilin mücadeleci tarafı görünmüyor. Yine kırılgan ve eril sistemin içerisinde anlatabildiğiniz kadar anlatıyorsunuz o zaman. Yeni yeni başladı ama Orhan Veli gibi çoğul kadınların geçtiği gibi çoğul erkeklerin geçtiği bir şiiri, kadın şair yazabiliyor. Kadınlarda da bir otosansür var. Ben bunu her zaman bir sorun olarak değerlendiriyorum. Bu dünyada ve bu ülkede yaşıyorsak mücadele etmek zorundayız. Sanat denilince de insanları uyuşturmak anlaşılmasın. Çoğu sanat eserini uyuşturucu gibi görüyorum. Yaşadığımız ilişkilerin sertliğini anlatmıyor. Biz Netflix dizileri izliyoruz, Shakespeare okuyoruz. Bize gelince o ton biraz değişiyor gibi.
Peki bu argo kullanımı konusunda eleştirilere maruz kalıyor olabilirsiniz. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Örneğin ne gibi eleştiriler alıyorsunuz?
Tabi “Biraz ayıp olmuyor mu?” diye tepkiler alıyorum. Erkek dilinde de çok alışmışlar. Küçük İskender argo kullanabilir. Eşcinsel kimliğini de açıklayabilir. Can Yücel küfür eder. Ben deyince bir tepki alıyor. Bir de kadınlardan da destek göremiyorsunuz bazen. Ben görüyorum, kadınlar bu argo dili aslında kullanmak istiyorlar. Bu doğal bir şey. Erkek maç izlerken bunu doğal olarak argo konuştuğunda kadınların da bu doğallık alanına ihtiyaçları var. Bunları gördüğüm için susamıyorum da artık. Şimdi bir de kadın erkek demeyelim insan diyelim deniyor. Ama sınıf mücadelesine girdiğinde ben ister istemez kadın kimliğimi sahiplenmek zorundayım. Erotizmle de çok sorunlu bir konu. Karşı tarafa duyduğu erotizm değil belki de kendi bedenine duyduğu erotizmden bahsediyorum kadının. Kadının erotizmi keşfetmesi de yapabildiği bir şey haline gelmeli. En azından bu konuları sınırlandırılmadan konuşabilmeliyiz diye düşünüyorum. 
Kadınlara son olarak neler söyleyebilirsiniz? Şu eril dünyada kadınların sesini daha güçlü kılan işlere imza atan bir kadın olarak söyleyeceklerinizi önemsiyoruz.
Öncelikle ben de sizin gibi platformları çok önemsiyorum ve bana bu fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Özellikle hakikat tandansı olan platformlarda olmak, genel haber bültenlerinde, gazetelerde olmaktan beni her zaman daha çok heyecanlandırıyor. Kadınlara söyleyebileceğim ilk şey ise kendilerine sahip çıkmaları. Erkek egemen sistemden, eşlerinden… Marguerite Duras’ın bir sözü var; “Yazdıklarınızı kocalarınızla paylaşmayın” diye. Düşman anlamında bunu söylemiyor. Kadın-erkek ilişkilerin çok karmaşık yapılar var.  Kadın erkek ilişkileri de güç kapsamında mücadeleye dayanıyor ister istemez. Aile de keza öyle. Baba ile anne ile olan mücadele bambaşka. Bu anlamda önemli olan kendilerini ayakta ve diri tutacak kadar güçlü hissetmeleri. Dahası kendilerini ifade etmeye çalışmaları ve örgütlenmeleri. Dünya bu örgütlülük modeline doğru gidiyor bence. Siz aslında bir sözü tek başınıza bile söyleseniz birilerine etki edecek bir boyuta geliyor. Birimiz yazarak, birimiz hukuk sitemini sorgulayarak, birimiz haber yaparak aslında bu konuların üstüne gidiyoruz. Hepimizin bu anlamda birbirimize ihtiyacı var. Erkek egemen sistemin attığı zokalara gelmeyeceğimiz! Kadınların haklarını çok iyi bilmeleri, korkmamaları gerektiğini düşünüyorum. Kadın örgütlerinin yine alternatif tarzda LGBTİ+  gibi örgütlerle de dayanışarak daha güçlü bir yapı da oluşturabilir. Kendinizi özgürce ifade edin. Daha da önemlisi utanmayın! Bu sizin hikâyenizdir ve bu hikâyeyi yaşamayı sürdürün!