“Dünya avcumun içindeydi”

“Başkalarının çektiği, bize usta olarak gösterilen insanların işleri değildi benim için fotoğrafı vazgeçilmez kılan, ama neydi? Ben içedönüklüğümün de etkisiyle elimde makina varken, gözüm o vizörden bakıyorken, kendimi daha özgür, daha iyi, daha eyleyebilir hissettim, dünyanın küçücük etkisiz bir parçası gibi değil. Gören, düşünen, diyecek sözü olan bir özne olarak, optik marifetiyle dünya avcumun içindeydi.”

ZEYNEP AKGÜL

Ankara- Yabancılaşma, yersizleşme, aidiyetsizlik, tüketim gibi kavramlar bizleri yaşamın içine sıkıştırıyor. Fotoğraf Sanatçısı Arzu Filiz Güngör de yaptığı çalışmalarla bu kaosu anlatıyor. Çalışmalarında sosyolojik ve felsefî olguları ele alan Arzu Filiz Güngör’ü farklı kılan kendine özgü ve canlı ritme sahip bir tarzının olması. Güngör ile fotoğrafla olan hikâyesini konuştuk.

•  Eğitiminiz ve kısa bir özgeçmişinizle başlayalım isterseniz. Bize kendinizi anlatır mısınız?

Kendinden bahsetmek derinlerde bir yerde ayıpladığım bir şey sanırım, beni zorluyor. İşi kolaylaştırmak adına alışılageldik biçimde koordinat vererek başlıyorum:
1969 Ankara doğumluyum. Burdurlu bir ailenin İzmir’den başka şehirlere yabancı çocuğuyum. Bornova Anadolu Lisesi’ni ve DEÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü’nü bitirdim. Meğer 17 yaş meslek seçmem için çok erken bir yaşmış; doğada, kitaplarla, resim yaparken çok mutlu bir çocuktum, evde büyük kitaplık mutluluk kaynağımdı. Ailemin kitap, kırtasiye, oyuncak, tekel maddesi, kuruyemiş sattığımız bir dükkânı vardı, toptancılara kimi zaman babamla birlikte giderdik, kitapları seçerken kendi okumak isteyeceğim şeyleri alırdım, mutluluktan uçarak dönerdim. Matematik ise çok çalışarak başarabildiğim bir alandı. Kendileri her türlü zorluğa göğüs gererek okumuş insanlar olan annem ve babam burada neyin beni zorladığını anlayamadılar ve okulu bırakmamı onaylamadılar. Hâlâ kullanmadığım diplomamı onların hatırına almam 8 yılı buldu. 1987’den başlayarak hayatıma fotoğraf girdi, 1991’de okulum uzamışken grafik tasarımcı olarak Çizge Tasarım’da çalışmaya başladım. 1995-1998 yılları arası DEÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü’nde sözleşmeli öğretim görevlisi olarak çalıştım, 1987’den 1999’a kadar İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği’nde eğitmen kadrolarında ve yürütme kurullarında görevler üstlendim, Geniş Açı Fotoğraf Sanatı Dergisi’nin 2002’den 2006’ya İzmir Temsilciliğini yürüttüm. Çoğu yurtiçi ve bir kaçı yurtdışında grup sergilerinde yer aldım, ikili ve kişisel sergiler açtım ama başından beri, fotoğraf nesnesinin üretimi kadar, belki de daha fazla, bu işin örgütleme, öğretme, paylaşma kısmına büyük emek ve enerji harcadım.
2005’ten bugüne ise hayatımda Yalçın Çıdamlı ile birlikte kurduğumuz tam zamanlı bir girişim olarak Çizgelikedi Görsel Kültür Merkezi var. Aynı zamanda ‘Varız Buradayız’ adını verdiğimiz bir kadın fotoğrafçılar dayanışması platformunun üyeleri arasındayım.

• Fotoğrafçılık hikâyeniz nedir, bu serüven nasıl başladı?

1987 Aralık ayı, ızdırap içinde mühendislik okuyorken, üç arkadaş, kampüste gördüğümüz bir Temel Fotoğraf Kursu afişi peşinden İzmir Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği’nin yolunu tuttuk. Arkadaşlarım sonraki hafta benimle gelmediler ki haksız değillerdi. O rutubetli bodrum katında sadece bir düzine kadar katlanır sandalye ve bir ofis masası vardı. Dernek daha bir yıl önce kurulmuştu, karanlık odası veya kitaplığı dahi yoktu ama diyelim bir rulo film çektiyseniz daha 5 dakika önce tanıştığınız bir arkadaş ‘Ben yıkarım’ deyip haftaya negatifinizi dosyalamış olarak getirip veriyordu, çok olağan bir şekilde… Ya da kendim evde baskı yapmayı tecrübe edebileyim diye kavanozla geliştirme banyosu taşıdı bir gün başka bir arkadaş. Bu dayanışma hissi çok iyi geldi. 18-19 yaşındaydım, her zaman çok çekingendim, burada üstelik herkes benden büyüktü, çoğunluk da erkekti, ama ‘abi’lerle dolu da olsa sanat konuşulan bir zemine çok ihtiyacım vardı. Eylül 1980’inin hemen 6-7 yıl sonrası bir örgütlülük zemini olarak bu sanat kurumlarının ne kadar nadir ve önemli olduklarını sonradan anladım. Hayatın olağan akışında asla tanışamayacağım çok değerli insanlarla yan yana gelme fırsatı yarattı bu ortam, ben çok şeye emek verdim, bana emek veren çok insan oldu, çok şeyin dönüşümünde payım oldu, dönüştüremediğimi teslim ettiğim yerde de 1999’da istifa ederek ayrıldım. Ama bu uzun hikâye.

O fotokopi afiş, fotoğraf derneği değil de şiir kulübü afişi olsa ne olurdu tahmin etmek güç. “Neden fotoğraf?” klişe sorusunu kendime ciddiyetle sorduğumda geçmişten bir kaç şey yakalıyorum. Biri 2-3 yaşımdan beri eve her ay gelen National Geographic dergileri, diğeri babamın hatıra için de olsa özenle çektiği fotoğraflarla dolu siyah beyaz aile albümlerimiz ve bir de lisedeyken yabancı dergilerdeki reklam fotoğraflarına bakarak yaptığım karakalem resimler, hepsinde de yalnız ve mutlu kadınlar varmış, öyle seçmişim niyeyse.

Başkalarının çektiği, bize usta olarak gösterilen insanların işleri değildi benim için fotoğrafı vazgeçilmez kılan, “Ama neydi?” Ben içedönüklüğümün de etkisiyle elimde makina varken, gözüm o vizörden bakıyorken, kendimi daha özgür, daha iyi, daha eyleyebilir hissettim, dünyanın küçücük etkisiz bir parçası gibi değil. Gören, düşünen, diyecek sözü olan bir özne olarak, optik marifetiyle dünya avcumun içindeydi. Bu duygu hem sağaltıcı, hem de sizi hayatla bağ kurmaya sevk ettiği için ilerletici. Bir fotoğrafı “bu benim” diyerek ortaya koyduktan sonra, yani kalbinizdeki, zihninizdeki bir imgeyle yakınlaşan bir ize ulaşıp onunla yüz yüze geldikten sonra artık aynı kişi olamıyorsunuz. Bir sonraki “söz” yani fotoğraf, bu yeni kişi tarafından söylenecek/yapılacak. Bu çok heyecan verici, büyük bir vaat...

“Ciddi bir emek verdik”

• Çizgelikedi Görsel Kültür Merkezi’nin kurucularındasınız. Bize Çizgelikedi’yi anlatır mısınız? Çizgelikedi neler yapar?

Kendi fotoğraf ve öğrencilik deneyimlerimde beni teşvik edip ilerleten veya zorlayıp üzen, ketleyen neler varsa, hepsinden beslenerek ‘başka türlü bir etkileşim zemini nasıl olabilir?’in yanıtı Çizgelikedi. ‘Ben dili’yle anlatıyor isem de, aslında ardında iki kişinin elleri, bedeni ve zihniyle verdiği ciddî bir emek var.

Yalçın (Çıdamlı) ile 1991’den beri tasarım üzerine hizmet ürettiğimiz Çizge Tasarım’ı 1999’da Alsancak’taki yüksek kiralar ve kalabalıktan kaçıp ev-ofis’e dönüştürmeyi konuşurken, başta andığım, çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği dükkân boş duruyordu ve bir seçenek olarak belirdi. Çizge Tasarım’ı taşıdığımız bu mekânda, tam olarak 2005 yazında ‘acaba?’ dedik ‘bizim şurada bir karanlık odamız olsa, aydınlatmasına özenilmiş bir galeri alanı olsa?’ Zaten hâlihazırda baskıya dönük tasarım işleri yaparak geçim sağlıyorduk, fotoğraf alanında da yayınlar hayal ettik. Bunları konuşurken ben 36 yaşındayım, Yalçın 52, “Yaparsak ancak şimdi ve bu yaşta yaparız” dediğimi anımsıyorum. Kalkıştık. Tadilat bir türlü bitmedi, bütün yaz ayakta toz içinde didinerek, ustalarla kapı önünde elektrikli ısıtıcıda su kaynatıp hep birlikte poşet çay içerek geçti gitti.

Sonbaharda nihayet ustaların işleri bitti, 8 Ekim 2005’te sergim Yakınlıklar’ı İstanbul’da açmak üzere araya bir seyahat girdi, İstanbul’dan İzmir’e gelen bir başka serginin organizasyonunda yardımcı olduk derken 17 Ekim 2005 İzmir depremi geldi çattı, taptaze galeri duvarları, saten alçılar un ufak yerlerde. Ancak 2006 kışında ilk etkinliğimizi yapmak mümkün oldu.

Aklımızda şöyle bir soru vardı: “Neden kadın fotoğrafçılar kişisel sergilerini açmakta çok çekimser davranıyorlar?” Tanıdığımız birçok kadın arkadaşımız yıllardır üretiyor, bu işin eğitimini almış, ama grup sergilerine iş vermekle yetiniyor. Yeni başlayan erkek arkadaşlar ise hop ilk iş bir kişisel gösteri, hemen peşi sıra sergiler… Bu soruya sahip çıktık ve sadece kadın fotoğrafçıların katılımına açık bir proje için atölye çağrısı yaparak başladık. 2006’da 19 kadın fotoğrafçıyla yürüttüğümüz ücretsiz, bir kavramı tartışıp görselleştirmeye dayanan, sadece devam koşulu olan bir atölye süreci ile kimlik ve iktidar üzerine bir fotoğraf sergisi: “O Kim?” ortaya çıktı. Ardından ikinci bir proje çağrısı yaptık ve bu kez 17 kadın fotoğrafçı 1,5 yıla varan bir atölye çalışması ile “Kimlik ve İtaat” i çıkardık. Temel Fotoğraf Bilgileri ile ilgili, Sayısal/Dijital Fotoğrafçılık ile ilgili seminerler, sadece fotoğraf değil görsel kültür üzerine konuklarımızın kendi alanlarından bakarak konuştuğu söyleşiler düzenliyorduk bir yandan.

Nitelikli karşılaşmalar için fırsat yaratan bir platform olmaya çalışarak, bilgimizi daha iyi iletmeye kafa yorarak hem biz öğrendik hem de kapımızı çalan arkadaşlara kendilerine bir rota oluşturmak, ilerlemek için cesaret ve destek verdik diye düşünüyorum. “21. Yüzyılda İmgeye Ne Oldu?” başlığı altında bir dizi söyleşi ile psikiyatri, mimarî, sinema, güncel sanat, edebiyat gibi farklı alanlardan konukları ağırladık. Çizgelikedi çatısı altına toplumsal cinsiyet, video sanatı, kısa film, sinema, imge ve sanat tarihi üzerine çalışmalar yapan hocaları davet edip onların birikimlerinden yararlandık, bu yolculukları birlikte yaptığımız arkadaşlarımızla güzel anılar biriktirdik.

Bugüne dek, fotoğraf üretiminin temel bilgilerine sahip olan, ancak kendine özgü bir anlatım dili oluşturmak isteyen katılımcılara yönelik olarak kişiye özel biçimde uyguladığımız uzun soluklu bir çalışma olan Kişisel Dil Geliştirme Programımızın ürünü olan 4 farklı katılımcının kişisel fotoğraf sergisini adım adım ortaya çıkardık, hepsini de Çizgelikedi Galeri’de fotoğraf izleyicisiyle buluşturduk. Beşinci sergi olan Aslı Öktener’in ‘Misafir Odası’ çalışmasının hazırlıkları bitmiş ve galerimizde açmaya hazırlanıyorken Covid-19 önlemleri nedeniyle kepengimizi indirmek zorunda kalınca biz de “Misafir Odası’nı geçtiğimiz günlerde çevrimiçi bir etkinlikle YouTube üzerindeki bir söyleşi ile açtık.

Her seviyeden fotoğrafçıya kendini geliştirmesi için destek verecek, daha yetkin hale gelmesi için neye gereksinim varsa oradan yol gösterecek bir yapı kurduk ve bu yaklaşımı çevrimiçi formatta da sürdürüyoruz. Sunduğumuz programların bazıları fotoğraf alanında teknik gelişimi gözetiyor, bazıları görsel bir dil inşa etmeyi veya var olan bir dil ihtimalini beslemeyi.

“Şiiri ve uzun yürüyüşleri esin verici buluyorum”

• Çalışmalarınızda neleri kendinize ana tema olarak alıyorsunuz, nelerden esinleniyorsunuz?

Kendi çalışmalarım hayatta neleri dert ettiğimden besleniyor. 20’lerimin derdi ile 50’lerimin derdi tam olarak aynı değil ama benzer… Kimlik, ilişkiler, iletişim meseleleri, insanın insanla ve çevresiyle ilişkisi derdim olmuş hep. Doğaya hep büyülenerek bakmışım. Kendi adıma başka fotoğrafçılar ve fotoğrafları değil de şiiri ve uzun yürüyüşleri esin verici buluyorum. Yalnız yürümek kadar zihin açıcı çok az şey var.

• Ülke gündemi, siyasi çalkantılar, politik tavırlar sanatınızı etkiliyor mu?

Beni çok etkiliyor, fotoğrafıma doğrudan bunun kendisi değil ama ruh hali yansıyor. Neşeli sözleri olan bir şarkıyı yaslı bir sesle söylemenin onu hüzünlü hâle getirmesi gibi. Bir ağaca veya denize gözüm yaşarmadan bakamaz hale geliyorum.

•   Günümüz toplumları uzun bir süredir üretmekten çok tüketmeyi esas alan, nesnelerin imajına hapsolmuş bir kişilik yapısına evriliyor, semboller tarafından kuşatılmış ve parçalanmış olan bir kimlik politikasının parçası hâline geliyor. Siz de çalışmalarınızda tüketim kültürünü, tüketim toplumunun bir ürünü olarak bireysel ve sembolik düzlemde sosyal farklılaşmayı ve sınıfsal hiyerarşiyi ele alıyorsunuz galiba?

Toplumlara pompalanan bu, haklısınız, ben yine de ümidi, dayanışma ile arada kalan boşlukları büyütüp oralarda nefes alma ve dünyayı dönüştürme ihtimalimizi seviyorum. Buna dikkat yöneltmek istiyorum. John Berger ‘Küresel Hapishane’ makalesinde kabaca “Hükümetler finans sermayesinin gardiyanları ve hepimiz hapishane arkadaşıyız” der ya... Fotoğraflarımda doğrudan sınıfsal hiyerarşi gösterdiğimi fark etmedim, iletişim/iletişimsizlik vardır daha ziyade, ama katmanlıdır her fotoğraf neticede.

“Sürecin önemli parçası malzemeyi iyi tanımak”

• Günümüzde fotoğrafçılık daha çok dijital olarak icra edilmekte, bu konu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Peki, her fotoğraf sanatçısının karanlık odayı ve analog çekimi bilmesi gerekiyor mu sizce?

Hangi alanda üretim yapıyor olursak olalım, fotoğraf da olabilir bu, ekmek de olabilir, malzememizi iyi tanımak sürecin önemli bir parçası. Asla filmli fotoğraf üretmeyeceğimize yüzde yüz emin olsak dahi fotografik görüntünün nasıl oluştuğunu, tarihini, malzemesini bilmek, karanlık oda neymiş deneyimlemek algımızı açar, düşüncemizi derinleştirir, zihin şenliği yerine geçer. Bu nedenle, herkesin agrandizörünü elden çıkardığı bir tarihte 2005’te Çizgelikedi’yi kurarken bir karanlık oda da olmasını bu kadar önemsedik.

• Her projeyi planlı programlı mı üretiyorsunuz yoksa doğaçlama, kendiliğinden gelişen projeleriniz de oluyor mu?

Bazen proje, proje olduğunu başlangıçta bilmeyebiliyor. Zihin bir imgeyi dürtmeye, peşinde dolaşmaya başlıyor, ona izin veriyorsunuz. Israr sürerse, bu bir proje olmalı diyebiliyor insan. Ama tekil imgeler, doğaçlama da çok kıymetli.

“Ursula K. LeGuin değişmeyen bir ilham kaynağım”

• Çalışmalarınızı yaparken ne tür referanslar ya da hangi sanatçılar sizi etkiliyor?

Beni şu sıra etkileyen feminist düşünce, doğa, şiir, edebiyat ve kendi yaşadıklarım. Ursula K. LeGuin değişmeyen bir ilham kaynağı yıllardır.

•  Kendinizi tekrarlama ya da tekrara düşme konusunda tereddütleriniz oluyor mu?

Kendini tekrarlama bazen kaçınılmaz. Hayat tekrarlardan oluşan bir döngüye girmiş olabilir ve yineleme içtenlikle sürüyordur. Bunda bir sakınca yok. Bir şeyin tekrar olduğu kaygısıyla içtenliği yitirmek endişe verici benim için.

• İlerleyen dönemlerdeki projeleriniz neler? Planlarınızdan ve hedeflerinizden biraz bahsedebilir misiniz?

Çevrimiçi hayata uyum sağlamak ve daha uzun yürüyüşler yapmak hedefim... Web sitemizi elle kod yazarak yaptım, salgın döneminde bir ekşi maya ile ekmek yapmayı bir de web üzerinde yapılabileceklere dair bir fikre sahip olmayı sağlayacak genişlikte zamanlarım oldu. Kendi kişisel sitelerimizi yeniden tasarlamak ve yapmak var sırada. Geleceğin belirsizliği ile baş etmenin bir yolu da bu, yeni beceriler öğrenmek.