Tıkalı bir boğaz bastırılmış bir çığlık!
İran’da kadın sesi, yalnızca bir ifade aracı değil, beden ve kimlik üzerinde kurulan tahakkümün hedefidir. “Jin, Jiyan, Azadî” ise sessizlik politikasını kıran, kadın sesini yeniden kamusal ve siyasi bir güç olarak ortaya koyan bir dönüm noktasıdır.
ŞİLAN SAQİZÎ
Haber Merkezi- Kadın sesi, İran da dahil olmak üzere birçok geleneksel toplumda yalnızca bir ifade aracı değil, aynı zamanda bir mücadele alanıdır. Kadınlara dayatılan sessizlik, bedenleri ve zihinleri denetlemeye yönelik bir disiplin politikasının parçası olarak, kamusal ve özel alandaki varlıklarını kontrol etmenin bir yolu haline gelir. Evden okula, medyadan dine kadar uzanan bu kurumsallaşmış baskı, itaatkar, sessiz ve görünmez kadını yeniden üretir. Oysa kurtuluşun ön koşulu, kadınların yalnızca fiziksel olarak değil, siyasi ve varoluşsal olarak da seslerini duyurma haklarını geri kazanmalarıdır.
Kadın kimliğinin aşınması
Ataerkil sistemlerde bir kadının yüksek sesle konuşması çoğu zaman uygunsuz değil, doğrudan tehlikeli kabul edilir. Kültürel, dini, yasal ve ailevi mekanizmalar kadınları sessizliğe, tevazuya ve öz sansüre zorlar. Bu süreç, kadınların kamusal alanda susmasına ve zamanla konuşmadan önce kendi zihinlerinde seslerini bastıran bir ‘iç polis’ geliştirmesine yol açar. Okuldan medyaya kadar kız çocuklarına sessizliğin nezaket ve kadınlığın göstergesi olduğu öğretilirken; öfke, talep etme ya da yüksek sesle gülme utanç ve cezayla karşılanır. Bu içselleştirme, yalnızca ifade özgürlüğünü değil, özgüven, psikolojik güvenlik ve kadın kimliğini de aşındırır.

Kadınlar sessizliğe zorlanıyor
Kırsal alanlarda yüksek sesle konuşan kadın, utanmazlıkla ve ‘onur’ sınırlarını ihlal etmekle suçlanır; çünkü ses, erkeklerin mekan ve karar alma üzerindeki hegemonyasına yönelik bir güç sembolüdür. Ev sınırlarının ötesinde sesini yükselten kadın itaatsiz ve ahlaksız olarak damgalanır. Kentte ise apartman dairelerinde yaşayan dindar ya da orta sınıf kadınlar, ‘toplumsal ahlak’ ve ‘ev örtüsü’ baskısıyla benzer bir sessizliğe zorlanır. Yüksek sesle konuşmak, şarkı söylemek ya da özgürce gülmek bile bir rahatsızlık ve ‘asil kadın’ rolünden sapma olarak görülür, böylece kadın sesi her mekanda denetim altında tutulur.
Yüksek ses tonu gibi basit görünen bir olgu, hem coğrafi hem de kültürel alanlarda kadın bedeni ve sesi üzerinden yürütülen siyasi-kültürel bir mücadele alanına dönüşmektedir. Kadının sesi, bir iletişim aracı olmaktan çok disiplin ve kontrolün hedefi haline getirilir. Bu baskı yalnızca dışsal değildir; kadınların ses utancını içselleştirmeleriyle yeniden üretilir. Böylece kadının sesi, hem toplumsal hem de zihinsel düzeyde kuşatma altında tutulur.
Kadın sesinin sansürlenmesi
İran’ın geleneksel yapısında kadınların zorla susturulması, basit bir kültürel tabu değil, kadınları güçten ve kamusal etkiden mahrum bırakmayı amaçlayan kurumsallaşmış bir siyasi-cinsiyet kontrol mekanizmasıdır. Bu süreç çocuklukta aile içinde başlar, eğitim sistemiyle pekişir ve medya aracılığıyla normalleştirilir. ‘İyi kadın’ sesi duyulmayan, ‘itaatsiz kadın’ ise konuşan, şarkı söyleyen, slogan atan ya da sesini yükselten kadın olarak tanımlanır. Kadın sesinin sansürlenmesi, şarkı yasağı, güçlü ifadeye sahip kadınların alaya alınması, gelenek, din, aile ve devletin işbirliğiyle sürdürülen görünmez ama derin bir şiddetin parçasıdır.
Sesle birlikte benliğin bastırılması
Kız çocuklarının seslerinin erken yaşta bastırılması, yalnızca davranışsal bir sınırlandırma değil, özgüveni zayıflatan, öz imajı aşındıran ve zihni kontrol etmeyi hedefleyen uzun vadeli bir projedir. Bu baskı zamanla sadece fiziksel sesi değil, içsel sesi de susturur; talep etme, itiraz etme ve var olma arzusunu köreltir. Günümüzde kadınlar sokakta ya da dijital alanda seslerini yükselttiklerinde hala tehdit olarak algılanıyorsa, bu durum susturmanın bireysel bir refleks değil, toplumun yarısını etkisizleştirmeyi amaçlayan kurumsal bir strateji olduğunu göstermektedir.
Psikolojik düzeyde bu susturma sürecinin sonuçları derindir: sosyal kaygı, duygusal ifade bozuklukları ve kronik öz sansür yaygınlaşır. Sessizliğe zorlanan kadınlar çoğu zaman depresyon, değersizlik duygusu ve kimlik çözülmesiyle mücadele eder; çünkü benliklerinin önemli bir parçasının ortaya çıkmasına hiçbir zaman izin verilmemiştir. Sesin bastırılması, kadının yalnızca ne söylediğini değil, kim olduğunu da belirleyen bir sınır haline gelir.

Sistematik bir tahakküm biçimi
Bu nedenle kadın sesinin fiziksel ya da sembolik olarak bastırılması, basit bir kültürel ya da ailevi mesele değil, sistematik bir tahakküm biçimidir. Kadınların bedenleri, sesleri ve kamusal alandaki varlıkları üzerinde kurulan bu denetim, sessizliği erdem ve boyun eğmeyi norm olarak yeniden üretmeyi amaçlar. Yüksek sesin cezalandırılması, kadınların şarkı söylemesinin aşağılanması ve ifade özgürlüğünün utandırılması; direnme potansiyeli taşıyan özneyi etkisizleştirmek için kullanılan araçlardır.
Buna rağmen, gelenek, din, apartman yaşamı ve aile eğitimi katmanlarında kurumsallaşan bu disipline karşı direniş işaretleri giderek görünür hale gelmektedir. Yazıyla, şarkıyla ve haykırışla sesini geri alan kadınlar, sesi bireysel bir ifade olmaktan çıkarıp kolektif ve siyasi bir hak olarak yeniden tanımlamaktadır. “Jin, Jiyan, Azadî” sloganı, yalnızca yapısal baskıya yönelmiş bir talep değil, kadın sesinin kamusal alanda yeniden doğuşunu simgeleyen tarihsel bir dönüm noktasıdır. Bu ayaklanma, kadın sesini evin ve geleneğin sınırlarından çıkarıp sokakların merkezine taşımış; sesin bizzat kendisinin radikal bir siyasi eylem olabileceğini göstermiştir.