‘Jin, Jiyan, Azadî direnişi en baskıcı rejimler karşısında bile mücadeleyi mümkün kıldı’

“Jin Jiyan Azadî”nin sadece bir slogan değil, devrimci bir çağrı olduğunu belirten Iraklı feminist Dina el-Taie, “İranlı kadınların direnişi, korku ve tereddüt bariyerini aşarak, en baskıcı rejimler karşısında mücadelenin mümkün olduğunu kanıtladı” dedi.

Haber Merkezi- Üç yıl önce bugün yaşanan bir baskı anı, beklenmedik bir şekilde geniş çaplı bir ayaklanmanın kıvılcımını yaktı. Jina Mahsa Emini’nin devlet şiddetiyle katledilmesi, sadece bireysel bir trajedi değil; İran rejimi içindeki yapısal çelişkilerin ve ataerkil denetimin ne denli derin olduğunu gözler önüne serdi. Bu olay, yalnızca İran’da değil, Tahran’dan Bağdat’a, Kürdistan’dan Beyrut’a kadar uzanan bir coğrafyada feminist öfkenin yükselmesine yol açtı. "Jin, Jiyan, Azadî" (Kadın, Yaşam, Özgürlük) artık sadece bir sokak sloganı değil; sınıf mücadelesini ataerkil egemenlikten kurtuluşla ilişkilendiren bir direniş felsefesi ve yeni bir feminist anlatıya dönüştü. Iraklı aktivist Dina el-Taie, “Jin, Jiyan, Azadî” ayaklanmasının üçüncü yıldönümünde ajansımızın sorularını yanıtladı.

*Bugün sadece bir protesto değil, aynı zamanda bölgedeki kadınların siyasi ve sosyal tarihinde önemli bir dönüm noktası olan Jina Emini ayaklanmasının üçüncü yıldönümüne girdik. Bu yıldönümünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Jina Emini'niyi anıyorum ve bu ayaklanmanın üçüncü yıldönümünde tüm kadın aktivistlere içten selamlarımı sunarım. Bu ayaklanma, geçici bir olay değil, İran devleti içindeki yapısal çelişkilerin derinliğini ortaya koyan bir andı. Çelişkilerden bahsettiğimde, yalnızca yüzeysel farklılıklardan değil, ataerkil ve dini otoriteyi koruyan ve aynı zamanda açık sınıf çıkarlarıyla bağlantılı, köklü bir yapıdan bahsediyorum. Jina Emini katliamı yalnızca başörtüsü meselesine indirgenemez. Başörtüsü bazılarına önemsiz bir ayrıntı gibi görünse de, İran bağlamında derin bir ideolojik işlevi vardır. Rejimi korumak için kullanılan bir kültürel hegemonya aracı olarak anlaşılabilir. İran'da başörtüsü sadece bir giysi değil; toplumu kontrol etmenin bir aracı, devletin iktidar yapısını korumak için kullandığı bir araçtır.

İran rejimi bunu toplumu kontrol etmenin bir yolu olarak görüyor ve bu nedenle bunu uygulamak ve kadınları izlemek için bir ‘ahlak polisi’ oluşturuyor. Jina Emini ayaklanması, bu kültürel hegemonyaya karşı sembolik bir direnişti. Devletin topluma, özellikle de kadınlara uyguladığı yapısal çelişkileri ve ataerkil ve dinsel şiddeti gözler önüne serdi. Kadınların örtülü veya örtüsüz katılımı, bu baskıyı reddettiklerinin ve Jina'nın yaşadıklarının tekrar yaşanabileceğinin ve sessiz kalmanın artık bir seçenek olmadığının bilincinde olduklarının bir ifadesiydi.

Bu ayaklanma münferit bir olay değildi. Kökleri, kuruluşundan bu yana muhalefetle karşı karşıya kalan ve yıllar içinde mücadeleleri birikmiş olan İran rejiminin köklerine kadar uzanıyor. Tüm devrimlerde olduğu gibi, durgunluk dönemleri ve ardından gelen bardağı taşıran son damla gibi patlama anları vardır. Jina Emini, İran halkının ve özellikle de kadınların biriken öfkesini ve reddini ateşleyen o son damlaydı. Bu ayaklanmayı körükleyen sadece başörtüsü değil, başka etkenler de var. Ekonomik baskı, özgürlüklerin bastırılması ve sistematik toplumsal kontrol var. Engels'in "Ailenin ve Özel Mülkiyetin Kökeni"nde dediği gibi, devlet gücünü kadınları kontrol ederek kullanır ve bu kontrolü baskıcı yapısının bir parçası olarak sürdürür.

*"Jin Jiyan Azadî" sloganı, bir sokak sloganı olmanın ötesine geçerek kapsamlı bir direniş felsefesine dönüştü. Iraklı bir aktivist olarak bu sloganı nasıl yorumluyorsunuz? Onu bölgedeki diğer feminist sloganlardan ayıran nedir? Bu sloganda kadınlar neden yaşam ve özgürlük kavramlarıyla ilişkilendiriliyor?

Son üç yıldır "Jin Jiyan Azadî" sloganı yalnızca yerel bir slogan olmakla kalmayıp küresel bir çağrıya dönüştü. İran'da başlayan ve hızla Irak, Suriye ve Türkiye'ye yayılan slogan ardından sınırları aşarak Avrupa'ya ve hatta Kuzey Afrika'ya, ayaklanmanın merkez üssünden uzak ülkelere ulaştı. Bu yaygınlık, sloganın gücünü yansıtmakla kalmıyor, aynı zamanda bölgede feminist düşüncenin radikal bir yenilenmesini ve özgürleştirici bir feminist bakış açısıyla direniş ruhunun yeniden canlanmasını da beraberinde getiriyor.

Bu sloganı, feminizmi genellikle siyasi güçlenmeye veya devlet kurumlarına sembolik katılıma indirgeyen batılı liberal salonların bakış açısından değil, solcu bir bakış açısıyla okuyorum. "Kadınlar, Yaşam, Özgürlük" yalnızca iktidarda kadın temsili anlamına gelmiyor; aksine, mevcut sistem içinde bütünleşmeye odaklanan önceki feminist sloganlardan kökten farklı, kapsamlı bir kurtuluş projesini temsil ediyor.

Sloganı kelime kelime analiz edecek olursak, kadınlar burada yalnızca toplumsal aktörler değil, aynı zamanda her ayaklanmanın özü ve gerçekliği değiştirme arzusunun temelidir. Kadınların iktidara gelmesi yeterli değildir; halk ve kurtuluş hareketlerinin ön saflarında yer almaları gerekir. Tarih, hiçbir devrimin kalbinde kadınlar olmadan başarıya ulaşamayacağını doğrulayan derslerle doludur.

Adorno'nun Aydınlanmanın Diyalektiği'nde dediği gibi, “Yaşam gündelik köleliğin reddidir." Buradaki yaşam, yalnızca biyolojik varoluş değil, devlet iktidarından aile iktidarına, siyasi baskıdan ataerkil tahakküme kadar her türlü gündelik baskının reddidir. Bu bağlamda yaşam, çatışma anlarında sönüp gidebilen ama acının derinliklerinden çağrıldığında güçlü bir şekilde geri dönen feminist mücadelenin yenilenmesini ifade eder.

Özgürlüğü yalnızca bireysel özgürlük veya dar anlamıyla kadın özgürlüğü olarak yorumlamıyorum. Buradaki özgürlük, özellikle dışlanmış ve ezilen sınıflar olmak üzere toplumun bir bütün olarak kadınların özgürleşmesi yoluyla özgürleşmesidir. Bu özgürlük yalnızca ekonomi veya mesleki alanlarla değil, hayatın tüm alanlarıyla ilgilidir. Virginia Woolf'un kadınlar arasındaki yaratıcılık eksikliği sorulduğunda söylediği gibi, "Bir kadının kendine ait bir odası olsaydı yaratıcı olurdu." Finansal bağımsızlık ile özel alan arasındaki bu bağlantı, ekonomik özgürlüğün tek başına yeterli olmadığını ortaya koymaktadır.

Marksist düşüncede bile kadınların özgürleşmesine gereken önem verilmemiştir. Birçok erken dönem Marksist, ekonomik bağımsızlığın sınıfsal ve toplumsal adaleti sağlamak için yeterli olduğunu düşünmüş, ancak gerçek özgürlüğün yalnızca ekonomik refah değil, itaat ve kölelikten kurtulmak olduğunu gözden kaçırmışlardır.

Sonuç olarak, "Jin Jiyan Azadî"yi siyasi bir formül veya sınırlı bir hukuki talep olarak değil, özgürleştirici bir feminist düşünce olarak okuyorum. Bu, toplumu köklerinden, kadınlar aracılığıyla, hayata ve tam özgürlüğe doğru yeniden şekillendirme çağrısıdır.

*Yetkililerin kadın bedenlerini hedef alması arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz? Başka bir deyişle, yetkililer neden kadın bedenleri üzerinde kontrol kuruyor? Bu kontrol Irak'ta nasıl deneyimleniyor? İran'da olup bitenler ve Irak'ta kadın bedenleri üzerindeki kontrol açısından yaşananlar arasında ne gibi benzerlikler var?

Tarih boyunca kadın bedenleri, iktidarı yeniden üretme ve ataerkilliği inşa etme sürecinin bir parçası olmuştur. Bu beden, bağımsız bir varlık olarak değil, özellikle katılım veya isyan talep etmeye başladıklarında kadınları sindirmek ve ezmek için kullanılan bir kontrol ve tahakküm aracı olarak görülmüştür. Her halk ayaklanması veya devriminde kadınlar ön plandadır ve bu nedenle hareketi bastırma girişimlerinde ilk hedef alınanlar kadınlardır.

Kadın bedeninin bu baskıcı sömürüsü yeni bir olgu değil, tarihsel bir uzantıdır. Irak ve İran'a baktığımızda, özellikle dinin kullanımı yoluyla, tahakkümün doğasında açık bir benzerlik görüyoruz. İran'da din, rejimin inşasında merkezi bir araç olarak kullanılırken, Irak'ta, farklı etnik kökenlerin varlığına rağmen, rejim salt dini bir temel üzerine kurulmamış, aksine, hukuktan daha az baskıcı olmayan toplumsal normlar aracılığıyla otoritesini dayatmıştır.

Irak'ta yasalar kadınları örf ve adetlerin keyfiliğinden korumazken, İran'da aynı yasa üzerinden baskı uygulanmaktadır. Irak Kişisel Durum Kanunu, özellikle 188. Madde ve sonraki değişiklikleri, kadınların ev içinde ezilmesi ve susturulması için bir araç haline gelmiş, çocuk yaşta evlilik gibi olguların yayılmasına ve feminist farkındalığın azalmasına yol açmıştır.

Buna rağmen, İran'daki kadın ayaklanması ile Irak'taki feminist hareket arasında bir benzerlik görüyorum. Tüm susturma girişimlerine rağmen, Iraklı kadınlar tıpkı İranlı kadınlar gibi direnmeye devam ediyor. Teslim olmak, rejimin aynı baskı araçları ve İran rejimine çok benzeyen aynı yapıyla kendini yeniden üretmesine izin vermek anlamına geliyor.

*İran'dan Irak'a, Doğu Kürdistan'dan Lübnan'a kadar birçok kadın, Jina Emini'nin hikayesiyle ortak bir anlatıyla özdeşleşti. Peki bu ayaklanmayı bu tür bir kadın dayanışması yaratmaya muktedir kılan neydi?

Özellikle İranlı kadınları selamlıyorum, çünkü "Jin Jiyan Azadî" sloganını dünyaya duyuran ve bölgede feminist düşüncenin bayrağını bir kez daha yükselten onlardı. Bu slogan yalnızca sembolik bir ifade değildi; İran'daki iktidar yapısını gerçekten sarsan ve her yerdeki feminist hareketlere derin mesajlar veren bir andı. Sembolik bir dayanışma eylemi değil, daha ziyade bu bölgede hepimizin yaşadığı ortak acılardan kaynaklanıyordu.

Irak, Doğu Kürdistan, Suriye ve Lübnan'da kadınlar aynı baskıya ve aynı otoriter beden sömürüsüne maruz kalıyor; kadınların onuruna saldırılıyor ve varlıkları dayatılan ahlak kurallarıyla ölçülüyor. Bu yöntemler yeni değil; kadınları boyunduruk altına almak ve susturmak için tekrar tekrar kullanılan araçlar.

Ancak İranlı kadınların direnişi, korku ve tereddüt bariyerini aşarak, en baskıcı rejimler karşısında bile mücadelenin mümkün olduğunu kanıtladı. Bu direniş, Irak, Lübnan ve Suriye'deki diğerlerini korkunun üstesinden gelmeye ve farkındalık ve özgürlük mücadelesini vermeye teşvik eden cesur bir mesaj taşıyordu.

Baskının tereddüt yarattığını ve korku aşıladığını biliyoruz, ancak İran'da yaşananlar bölgedeki feminist bilinci yeniden şekillendirdi. Ayaklanmanın ve özellikle sloganının dışa vurumu yalnızca sembolik bir değişim değil, bölgedeki kadınların iktidar yapısına kurban olarak değil, değişimin merkezindeki aktörler olarak karşı koymaları için açık bir çağrıydı.

*Acımasızca bastırılmasına rağmen, ayaklanmanın alevleri söndürülmedi. Aksine, sanat, eğitim veya toplumsal örgütlenme yoluyla günlük direniş biçimlerine dönüştü. Bu ayaklanmanın bugün nasıl devam edeceğini düşünüyorsunuz ve devam eden İran baskısı altında ayaklanmanın ruhunu korumak için aynı güçle tekrar alevlenme olasılığı nedir?

Önemli bir gözlem, ayaklanmanın sahada görece bir durgunluk yaşamış olması, ancak bu onun bittiği anlamına gelmiyor. Özellikle başörtüsünü terk etmek gibi açık bir direniş mesajı veren İranlı kadınların davranışlarında, ayaklanmanın devam ettiğini gösteren sembolik ayrıntılar mevcut. İster bireysel ister kitlesel olsun, bu eylemler, yaygın bir ayaklanma biçimini almasa bile, direnişin sona ermediğine dair güçlü işaretler taşıyor.

İranlı kadınlar bu duruşlarıyla otoriteye meydan okumaya ve ayaklanmanın geçici bir an olmadığını göstermeye devam ediyor. Bugün, özellikle “Jin, Jiyan, Azadî” ayaklanmasının üçüncü yıldönümünü anma etkinliklerinde, İran'dan, bölge ve dünya genelinden kadınların katılımıyla bir tür sınır ötesi halk dayanışmasını yansıtan konferanslar düzenleniyor.

Ayaklanmanın devam etmesi veya yeniden alevlenmesi, sert nesnel etkenler devam ettiği sürece gerçek bir olasılık olarak kalmaya devam ediyor. Öfke ve farkındalık anında ekilen bu devrimci tohum, özellikle gerçek reformların yokluğunda, her an, belki de daha şiddetli ve daha geniş çaplı bir şekilde yeniden patlayabilir.

İran'ın iç krizi ve tırmanan bölgesel çatışmalar ortasında, İran rejiminin kaygılanmaya başladığı görülüyor. Geçtiğimiz günlerde İran Cumhurbaşkanı'nın, gerginliği yatıştırmak veya örtülü bir mesaj vermek istercesine, "Başörtüsü zorunlu değildir" dediği bir açıklamasını okudum. Bu açıklama sadece bir çelişkiyi yansıtmakla kalmıyor, aynı zamanda sistemin istikrarsızlaşması ve yeni bir ayaklanma olasılığı konusunda gerçek bir endişeyi de ortaya koyuyor.

Yaşananlar sadece başörtüsü tartışması değil. Mesele çok daha derin. Yoksulluk, sefalet, özgürlüklerin bastırılması, kadın siyasi muhaliflere ve aktivistlere yönelik zulüm ve toplumun derinliklerinde kök salmış diğer köklü sorunlar mevcut. Bu nedenle, krizin kökleri kazınmadığı ve İran ile bölgedeki kadınlar direnmeye devam ettiği sürece, yeni, daha büyük ve daha yoğun bir ayaklanma olasılığının yalnızca gerçek değil, aynı zamanda muhtemel olduğuna inanıyorum.

*Ayaklanma yalnızca otoritelere karşı değil, aynı zamanda kadınları ötekileştiren ve rollerini belirsizleştiren tarihsel bir anlatıya da karşıydı. Ayaklanma, bölgede yeni bir feminist anlatının kurucu anı olarak kabul edilebilir mi?

Yaşananlar, bölgede yeni bir feminist bakış açısını kesinlikle canlandırdı. Asıl yenilenme feminist mücadeleyi sınıf ve kurtuluş mücadelesinden ayırmayan, aksine onları ekonomik hegemonya ve ataerkil otoriteye karşı ortak bir mücadelede birleştiren bu yeni feminist anlatıda yatıyor. Bu anlatı, teorik bir lüksten değil, çatışmalardan, savaşlardan ve sistematik soykırımdan muzdarip halkların gerçekliğinden kaynaklanıyor. Kadınlar yalnızca kendilerini değil, tüm toplumu korumak için direnişin ön saflarında yer alıyor.

Bu rol, İranlı kadınlar, Doğu Kürdistan'daki ve Kuzey ve Doğu Suriye’de Kürt kadınlar ve bu mücadelenin çeşitli biçimlerinin görüldüğü Lübnan ve Irak'taki kadınlar tarafından hayata geçirilmiştir. Yaşananlar münferit değil, batı liberalizmine ait olmayan, topraktan, acıdan ve kolektif kurtuluş iradesinden kaynaklanan, sınıf temelli, kurtuluşçu, halkçı ve kitlesel bir feminist hareketin uzantısıdır.

Bugün, dünyanın tüm kadın aktivistlerini selamlıyorum. Savaşmış her kadını, her şehidi, her kadın tutsağı, ister siyasetçi ister kanaatkâr olsun, selamlıyorum. Bu uzun tarihi belirleyen tüm mücadeleleri selamlıyorum. Bugün, her yerde kadınları protestoların, çatışmaların ve yaşamı savunmanın ön saflarında görüyoruz. Halklar ve toplumlar ancak kadınların varlığıyla özgürleşebilir.