Canan Yüce: Devletin çöktüğü Hatay’da dayanışma umut yarattı

SYKP Eşbaşkanı Canan Yüce, iktidarın depremzedelere yardım götürmeyerek, işkence ve kaosu geliştirerek halklar ve kültürler beşiği olan Hatay’ın demografisini değiştirmeye çalıştığını belirtti ve halk dayanışmasının uzun süreli yürütülmesi çağrısı yaptı.

BÊRÎTAN SARYA

Haber Merkezi-Mereş merkezli depremlerin 2’nci gününden bu yana depremden ağır darbe alan Hatay’da dayanışma çalışmaları yürüten Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) Eşbaşkanı Canan Yüce depremin ardından yaşananlara ilişkin sorularımızı yanıtladı.

Canan Yüce depremle yaşanan felaketin politik, sınıfsal ve aynı zamanda patriarkal olduğuna dikkat çekerek, “O nedenle bu yıl 8 Mart’a giderken kadınların birbirine sarılarak birbiriyle dayanışarak yükselttikleri mücadeleyi daha fazla büyütmemiz, ‘Kadın Dayanışması Yaşatır’ şiarımızı kesinlikle daha fazla yükseltmemiz ve her alanda dayanışmayı daha fazla örmemiz gerekiyor” dedi.

6 Şubat’taki Mereş merkezli depremlerle ağır bir yıkım yaşayan ve 5 gün önce yine bir depremle sarsılan Hatay’da deprem sürecinde neler yaşandı ve son durum nedir?

6 Şubat’ta Maraş merkezli gelişen depremlerde 10 il etkilendi ve çok ağır yıkımlar oldu. Depremin 2. Gününde hızlıca Hatay’a ulaştım. Gerçekten beklediğimizden çok daha ağır bir tabloyla karşılaştım. Hatay’ın İskenderun ve Kırıkhan, Antakya merkez, Defne ve Samandağ ilçelerinde çok ağır bir yıkımla karşı karşıyaydık. Biz vardığımızda depremin 2. Günüydü ve hiçbir yerde arama kurtarma çalışmaları yoktu. Kentte su bile yoktu, insanlar içecek su dahi bulamamış durumdaydı. Her binanın başında onlarca insan yakınlarını ve kayıplarını bulmaya, onlar için bir şeyler yapmaya çalışıyordu.

‘Ne yetkililer ne AFAD ne Kızılay vardı’

Elbetteki birçok gönüllü ekibin yola çıktığı haberlerini almaya başlamıştık ama ortada ne AFAD ne Kızılay, nede herhangi bir yetkili yoktu. 3. Günden sonra arama-kurtarma ekipleri gelmeye başladı. Ama yıkım çok ağırdı ve çok geniş bir sahaya yayılan bir yıkımla karşı karşıyaydık. Dolayısıyla yeterli olmadı. Zaten ilk günden itibaren biz bunları söylüyorduk. Türkiye’de her yerdeki inşaatlar durdurulmalı, iş makineleri seferber edilmeli ve bunun üzerinden de bir arama-kurtarma faaliyetleri geliştirilmeli’’ diyorduk. Ama arama-kurtarma faaliyetlerinin çok yetersiz olduğunu hatta bu yetersizliğin çok fazla insanın can kaybına neden olduğunu söyleyebiliriz. Bir yanıyla insanlar orada ölürken bir yanıyla da hesap vermesi gereken asıl yetkililer ortada olmadığı gibi, ‘’Her şey kontrolümüz altında gibi’ yorumlar yapılmaya devam edildi.

‘Arama-kurtarma faaliyetlerinin geciktirilmesi can kaybını artırdı’

Deprem sonrası telefonlar çekmiyordu. Sanırım depremin 6’ıncı günüydü ve Hatay’da halen telefonlar çekmiyordu. Yani vericiler bile gönderilmedi. Telefonların olmaması bizi şu açıdan çok etkiledi: Arama-kurtarma ekiplerini, gönüllü insanları kayıpların olduğu yerlere, sesin geldiği enkaz başlarına yönlendiremedik. Orayı bilen insanlarla bu işlere devam ettik. Yani yetkililer tarafından koordine edilerek çok acil yapılması gerekenler geciktirildi. Bunlardan bir tanesi telefon hatlarının kontrol edilerek tamir edilmesi, bir tanesi de arama-kurtarma ekiplerine gerekli ekipmanların sağlanmasıydı. Gönüllü arama-kurtarma ekipleri gelmişti ama hiltisi, makası vb. yoktu. Bazılarının yanında onlar varsa da onu çalıştıracak jeneratör yoktu. Hatay’da ciddi bir koordinasyonsuzlukla karşı karşıyaydık ve devletin hiçbir mekanizması çalışmadı. Bu yüzden de sahadan şunu söylemek istiyoruz açıklanan resmi rakamların en az 3 katı ölüm oranıyla karşı karşıyayız.

Yetkili kurumların böylesi bir afet durumunda bir şey yapmadığı koşullarda dayanışma nasıl örgütlendi, mevcut dayanışma yeterli midir?

En azından deprem ardından gönüllü olarak Hatay’a ulaşan ekipler olarak bildiğimiz yerlerden mobilize olmaya ve oralarda elimizden geleni yapmaya çalıştık. Oralarda inşaat ve maden işçileri arama-kurtarma çalışmalarına katıldı. Onların organize edilmesiyle meşgul olduk ama en azından 3’üncü günden sonra hayatta kalanların acil ihtiyaçlarını karşılama sorunuyla da karşı karşıya kaldık. 3’üncü gün itibariyle su, ekmek, yemek, battaniye temin etme; insanların ısınma ve barınma sorunlarını çözme zorunluluğuyla karşı karşıya gelmeye başladık.  Kurduğumuz koordinasyon merkezlerinde bunlarla uğraşmaya devam ettik. Gönüllüler yani sivil toplum ve demokratik kitle örgütleri, sendikalar, siyasi partiler, sosyalistler, kadınlar, gençler, deprem bölgelerinde çalışmak isteyen insanlar olarak bu ihtiyaçları karşılamak için koşturduk. Elimizden geldiğince halklardan gelen yardımları ulaştırmaya devam ettik. Ama maalesef depremin üzerinden 20 gün geçmesine rağmen halen çadır, ısınma ve barınma sorunu çözülebilmiş değil. Bölgede enkaz kaldırma çalışmaları başlamış olmasına rağmen halen bölgede insanlar, birçok insanın kayıp olduğunu bildirmeye devam ediyor. Hastanelerdeki yakınlarına ulaşamıyorlar ve insanlar artık cenazelerini buldukları için mutlu olacak pozisyondalar. Maalesef böyle durumlarla karşı karşıyayız.

Biz tam bu işleri toparlıyoruz, bazı yaraları sarmaya başladık’ derken 5 gün önce 2’nci depremi yaşadık. İkinci depremle birlikte yeniden başa sardık çünkü çadır olmadığı için insanlar orta ve az hasarlı evlere girmeye başlamışlardı. İnsanlar artık onlarda da kalamayacak duruma geldiler ve 2. Depremin sabahında ciddi bir yağmur yağmaya başladı. İnsanların bizden çadır talepleri de tıpkı yağmur gibi yağmaya başladı ve biz bunlarla baş edemedik. Gene “oraya çadır götürdük” diyen AFAD’ın hiçbir çadırının bölgelere dağıtılmadığını söyleyebilirim. Gelen çadırlar gene gönüllülerin, halkların, özellikle Alevi örgütleri olmak üzere çeşitli örgütlerin desteğiyle gelen çadırlardı. Bunları dağıtmaya başladık. Derme çatma brandalar bularak insanlara ulaştırdık. Maalesef ki halen Hatay’da çok ciddi bir dayanışmaya ihtiyacımız var. Çok fazla eksiğimiz var. Yine dayanışmanın uzun süre devam etmesine çok fazla ihtiyacımız olduğunu söyleyebilirim.

Maraş vb. birçok bölgede, yardım götürmeyen devlet aynı zamanda halk dayanışmasıyla depremzedeler için hazırlanan yardımları engelledi, geciktirdi ya da el koydu. Hatay’da da benzeri durumlar yaşandı mı?

Hatay içinde ilk başta insanların topladığı yardımların gönderilmemesi için “Yollar kapalı, “Polisler içeri almıyor” gibi bir sürü spekülatif bilgi yayıldı. Bunlar insanların oraya yardım gönderme konusunda tereddüt etmesine ve yardımların gecikmesine neden oldu. Fakat gönüllüler, halklar buna aldanmadı, yardım toplamaya ve organize etmeye devam ettiler. Burada da şöyle bir durumla karşı karşıya kaldık: Girişlerde tırlarımız bekletildi. Yine iş insanlarının organize ettiği bir çadır taşıyan tıra “Bizimde ihtiyacımız var, bizde dağıtıyoruz” denilerek el konuldu. Aynı şekilde devlet güçleri tarafından gelen bazı gönüllüleri yanlış yerlere yönlendirme, bazı ilçelere almama gibi durumlarla karşı karşıya geldik. Mesela ilk 4 gün sürekli Samandağ yolunun kapalı olduğu haberleri yayıldı. Aslında kapalı değildi ortada trafik polisi yoktu. Yani yollar enkaz doluydu ve o yollarla ilgili yönlendirme yapan tek bir görevli yoktu. Halk kendi önlemini kendi aldı; arabaları kendi yönlendirdi, kendi arasındaki haberleşmesini kendi sağladı. Telefonların çekmemesi bu konudaki yaratılan bilgi kirliliğinin engellenmesini geciktirdi ve bu konuda çok sıkıntı yaşadık. İşte bazı yardımlara el koyma durumu da oldu. Ama koordinasyon merkezlerimizde biz halen çalışıyoruz. Demek ki bize halen sıra gelmedi. Devletin tek amacı kâr olduğu için buralara henüz gelemedi. Hatay’da yardım ve yaraları sarma noktasında halen devlet yok.

‘Asker ve polisler çalışmayı engelledi ve kaos ortamı yarattı’

Hatay’da yardım için devlet yok ama asker ve polislerin depremzede ve dayanışmacılara işkence yaptığı görüntüler bizzat kendileri tarafından yayıldı ve yine işkenceyle katledilen insanlar oldu. Bu konuda sizin sahadan gözlemleriniz nedir?

Biliyorsunuz depremin 3’üncü gününde OHAL ilan edildi. Biz ilk günden itibaren burası sınır kenti devletin binlerce on binlerce askeri ve kolluk kuvveti burada. Bunlar enkaz kaldırma çalışmalarına katılsın “derken hiçbiri arama kurtarma faaliyetlerine katılmadı. Ama sonra 5’inci günden itibaren sokaklarda böyle 50’şer, 100’er askerlerin gezmeye başladığını gördük. Ve yağmacılığa karşı önlem almak için orada olduklarını söylemeye başladılar. Ama ilk günden beri orada hemen her yeri, sokakları gezen biri olarak o sokaklarda gezen asker ve polislerin hiçbir arama kurtarma çalışmasına katkıları olmadığı gibi çalışmayı engellediklerini ve bir kaos ortamı yarattıklarını söylemek istiyorum.

İşleri yardıma gelen insanları engellemek, GBT yapmak, sorular sormak ve suçsuz insanlara işkence yapmak oldu. Bunun bir örneğini biz kendimiz de yaşadık ve bu olay hakkında raporda tuttuk. Ailesinin yüzde 70’ini depremde kaybetmiş, başka şehirden gelerek enkaz altında 3 gününü geçirmiş bir mülteci yurttaşı sorgusuz sualsiz demir çubuklarla döverek işkence ettiler. Bu durum bize ulaştı. Bizim avukat ve sağlıkçı arkadaşlarımız bu konuda tutanaklar tutarak raporlaştırdı. Vatandaşın kimliğine el koymuşlardı. Vekillerimiz aracılığıyla emniyeti aradık. Tam bir kaos ortamı; hangi birimin, karakolun ve askerin buna el koyduğunu emniyet dahi bulamadı.

‘Gönüllülerin hayatından endişe eder hale geldik’

Tam bir çetevari durumla karşı karşıya kaldığımızı o zaman fark ettik ve bütün gönüllü arkadaşlarımıza kendi güvenlikleri için alanlardan, bizim olduğumuz yerlerden ayrılmamaları için uyarı yaptık. O kadar üzücü bir durum ki biz orda insanların hayatı için kaygılanır ve depremin yaralarını sarmaya çalışırken bir yandan da alana gelen gönüllü arkadaşlarımızın da hayatından endişe eder hale geldik. Böyle işkence olay ve haberleri, askerlerin kentte sürekli silahlı olarak gezmesi insanları elbette ürküttü.  Ama ben Hatay genelinde dolaştım, hiçbir yerde belirtildiği gibi bir yağmaya tanık olmadım ve duymadım. Halk kendi can derdindeydi. İlk üç gün belki marketlerden yiyecek, eczanelerden ilaç almış olabilirler ama onlar temel, insan ihtiyaçlarıydı. Depremin 3’üncü gününe kadar kente su ve yiyecek gelmediğini devlet yetkililerinin kendileri de biliyorlar. Yani insanlar bir su, bir bisküvi aldılar diye yağmacı olmuyorlar.

‘AFAD Samandağ’a depremin 5’inci gününde geldi’

Bu iktidar ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı politikalarını maalesef bu depremde böyle bir felakette bile sürdürmeye çalıştı. Bu iktidarın mülteci, Kürt, Alevi düşmanlığını ve ayrımcı politikalarını bu deprem sürecinde de gördük. Ki vatandaşların isyanına, feryadına tanık olduk. Ben kendimde Hataylı ve Arap Alevi’yim. “ Bu mahalle Arap Alevi diye arama-kurtarma gelmiyor” çığlıkları vardı ve haksızda değillerdi. Gerçekten de Samandağ’a gönüllüler geldi ama AFAD ekiplerinin gelişi 5’inci günü buldu. Samandağ’da büyük 6 mahalle yıkılmıştı. Defne ve Armutlu için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. İktidarın deprem sürecinde de “bizden olanla, bizden olmayan” şeklinde ayrımcı bir politika yürüttüğünü gördük. Bunu bizler söylemiyoruz, orada yaşayan insanlar söylüyorlar. Bunu röportajlarında da ifade ediyorlar. Çadır meselesinde ve gıda krizinde de aynı şeyi yaşıyoruz. Gerçekten de iktidar ayrımcı politikalarını sürdürdü.

Hatay’da Arap Alevilerden Hristiyanlara, Ermenilere birçok halk ve kültürün yaşadığını, bunların ulus devletin tekçi politikalarına karşı direndiğini biliyoruz. Yine Suriye iç savaşıyla birlikte Hatay, Semsur, Dîlok, Riha hattına devlet tarafından ÖSO ve DAİŞ çeteleri de yoğunca yerleştirildi ama halklar yine topraklarını bırakmadı. Acaba bu defa da hem insanları enkaz altlarında bırakarak hemde baskı ve işkenceleri geliştirerek depremi fırsata çevirip şehrin demografisi mi değiştirilmek isteniyor?

Suriye savaşı ve İŞİD çetelerinin saldırıları başladığında bu iktidar Hatay’la ilgili böyle denemeler yaptı. Nasıl denemeler yaptı? Cihatçıların eğitim kamplarını Hatay’a kurarak bununla oradaki Alevileri tehtid edip onların Hatay’daki yaşam koşullarını ellerinden almaya çalıştı. Böyle yöntemler denedi. Ama Hatay halkları buna geçit vermedi. Buna karşı ciddi mücadele etti. Hem savaşa karşı barış mücadelesini yükseltti hemde cihatçı çetelere karşı birlikte mücadeleyi büyüttü. Elbette bu süreçte de bunu düşünmedik değil. Yani bu kadar insanı ölüme terk ederek, insanları enkaz altından çıkarmayarak, gerekli yardımları iletmeyerek resmen insanlara, “Burayı boşaltın” demiş oldu ve başka başka amaçlarını hayata geçirmek için bunu yaptığını düşünüyorum. Kentin demografik yapısını değiştirmek istiyor. Zaten bu durum yeni bir şey değil, uzun yıllardır sürüyor. 1960-70-80’li yıllarda da Hatay’ın çoğunluk olan Arap Alevi, Hristiyan, Ermeni vb. diğer kültürlerden olan halklarını azınlığa dönüştürmek için göç ettirme politikaları uygulandı. Bu süreçte de bunun tekrardan devreye konmak istediğinin farkındayız. Ama Antakyalılar da artık bunun farkında ve buna karşı ilk günden itibaren insanlar Antakyalılık duygusunu korudu.

‘Antakya’nın kadim bir tarihi ve kültürü var’

Evet belki depremle birlikte meydana gelen bu zorlu koşullar nedeniyle çocuk, kadın, yaşlı kadınlar göç etmek zorunda kaldı. Ama giderken, “Biz Antakyalıyız, bir gün Antakya’ya geri döneceğiz” dedi. Bunu birçok kişi giderken ağlayarak söyledi. Çünkü Antakya’nın kadim bir tarihi var. Antakya bütün dinlerin ve kültürlerin beşiği. Biz Antakya’da kim Ermeni, kim Arap, kim Kürt, Rum bilmiyoruz çünkü hepimiz iç içe yaşıyoruz. Ve herkes kendi dilini, bayramını, dinini iç içe yaşıyor. Biz Antakyalı Aleviler olarak Hristiyan arkadaşlarımızın bayramlarını kutluyoruz, onlar bizim bayramlarımızı kutluyor. Ortak kazanlar kaynatıyoruz, yemekler yapıyoruz. Antakya’yı biraz bilen, gören, yaşayan herkesin bu kültürünün ne kadar kadim ve gelişkin olduğunu, herhangi bir saldırıyla yıkılmayacağını ve insanların bundan vazgeçmeyeceğini biliyor olması gerekir. Evet biz şu anda ölülerimizin yasını tutuyoruz ama Antakya’nın da yasını tutuyoruz. Çünkü bizim anılarımız, çocukluğumuz, kiliselerimiz, camilerimiz ve eski Antakya evlerinin de yıkıldığı bir süreçteyiz.

‘Gönüllülerde şehrin kadim kültürünün savunulmasına katıldı’

Antakya’ya gelen gönüllülerde şehrin bu kadim tarihini bilerek buradaki kültürlerin yaşatılmasını da savunarak bu yardımları getirdiler, bu dayanışmaları ördüler. Mesela şu an yıkılmayan kilise aş evine dönüştürüldü. Bizim yani Arap Alevilerin türbeleri var. Türbelerin içinde kalınacak küçük küçük odalar var. Türbelerin hepsi halkın sığındığı alanlar haline geldi. Yine yıkılmayan Camiler insanların sığındığı alanlar haline geldi. Bizler Türkü, Kürdü, Ermenisi, Çerkezi, Arap Alevisi ve Hristiyanı’yla tekrardan bir arada yaşamayı ve bu kenti yeniden var etmeyi şimdiden hayal etmeye, konuşmaya başladık. Bu kadar ayrımcı siyasete rağmen Hatay’daki insanların “Biz burayı yeniden inşa edeceğiz. Hep birlikte kültürel kodlarına uygun bir biçimde kuracağız. Asimilasyon politikalarına da, buranın demografik yapısının değişmesine de izin vermeyeceğiz” gibi, bir mesajları var. Bu da bizi umutlandırıyor.

‘Dayanışma umudumuzu yeniden yeşertti’

Yani başta, “Antakya yok artık, biz ne yapacağız” derken halkların bu mesajlarıyla tekrardan umudumuzun yeşerdiğini söyleyebilirim. Çünkü halklar iktidarın tam tersini yaptı ve bu ayrımcı politikaları tersyüz etti. İlk günden itibaren Van, Edirne, Samsun, Hakkâri, Artvin vb. ülkenin bütün illerinden yardımlar yağmaya başladığını gördük. Yollar açılır açılmaz tırlar akın akın kente girmeye başladı ve hepsi gönüllülerin, halkın emeğiydi. Örneğin Van’dan inşaatçılar ve gönüllü yardım ekipleri geldi. Arama-kurtarma çalışmalarından gönüllü yardım çalışmalarına kadar halk dayanışması üst düzeyde yaşandı. Hakkarili teyzelerimiz çuval çuval tandır ekmeği yaptı. Sivas’daki anneler evde yaptıkları konserveyi, ördükleri patikleri gönderdiler. Kadınların, bu dayanışma örgütlenirken çok ciddi emeğini gördük. Hemde bu yardımları gördüğümüzde yaşamın yeniden inşa edilmesinde daha umutlu hale geldik.  Ayrıştırma ve kutuplaştırmaya karşı halkın dayanışmasını gördük. O enkazların içinde tekrardan umudumuz yeşerdi ve biz burayı yeniden kurabiliriz ve var edebiliriz. Halkların kendi gücü buna yeter, biz bize yeteriz. Yeter ki iktidarın kutuplaştırıcı politikalarına karşı bu dayanışma ağını doğru bir şekilde, bir biçimde örelim ve bu dayanışmayı yükseltelim diye düşündük. Biz bunu iliklerimize kadar hissettik.

Son olarak 8 Mart dünya kadınlar gününe yaklaşıyoruz. Böyle bir süreçte 8 Mart’ı nasıl karşılayacaksınız?

Evet 8 Mart yaklaşıyor. Bütün doğal afetlerle ama özelde  depremle yaşanan felaketin politik olduğunu, cinayetlerle sonuçlandığını ve buna karşı her alanda mücadele etmek gerektiğini söylemek istiyorum. Kadınlar bu depremde bile ayrımcılığa ve şiddete maruz kalıyor. Bu ayrımcılık ve şiddet, kadınları ve çocukları daha fazla vuruyor. Maalesef biz deprem bölgelerinde insanlarımıza yardımcı olmaya çalışırken, evi yıkıldığı için baba ve eşinin evine dönmek zorunda kalan kadınların şiddete maruz kaldıkları haberlerini aldık. Depremle yaşanan hem sınıfsaldır hemde patriarkaldir. Erkek egemen zihniyetin de buraya yansımalarını görmek gerekiyor. Yine bu süreçte kadınların psikolojik, sosyal, ekonomik, fiziksel olarak daha fazla etkilendiklerini ve kadınların ihtiyaçlarının geri planda tutulduğunu görmemiz gerekiyor. O nedenle bu yıl 8 Mart’a giderken kadınların birbirine sarılarak birbiriyle dayanışarak yükselttikleri mücadeleyi daha fazla büyütmemiz gerekiyor. “Kadın Dayanışması Yaşatır” şiarımızı kesinlikle daha fazla yükseltmemiz ve her alanda dayanışmayı daha fazla örmemiz gerekiyor.

‘Mücadeleyi ve dayanışmayı büyütmeliyiz’

Bunu nasıl örebiliriz? Kadınların ve çocukların ihtiyaçlarına öncelik vererek ve kadınların bu alanlarda daha geri de olduğunu görerek her anlamda onlarla dayanışmayı ve mücadeleyi yükselterek karşılamalıyız. Öfkemiz büyük, gerçekten yastayız ve üzgünüz. Ama bir yandan da ancak mücadeleyi büyüterek bu süreçlerden çıkabileceğimizi görüyoruz. Biz birbirimize değdikçe ayakta ve hayatta kalacağız. Bugün için deprem bölgelerinde kadınların bütün anlamdaki ihtiyaçlarına cevap olabilmek gerekiyor. Kıyafet, hijyenik ped ihtiyaçlarımız halen mevcut ve bunlara yönelik dayanışma çağrımı yinelemek istiyorum. Ama sadece bu ihtiyaçlar değil, oradaki kadınların hiç tanımadıkları ama onları anlayan, bilen kadınlara dokunmaya, değmeye de ihtiyaçları var. Bu anlamda da dayanışmayı sürdürmeliyiz. Bu bazen mektup bazen bir koli eşya yollayarak olur. Ama bazen de gidip bir mahallede kadınlarla birlikte bir şey yaparak, bir şey üreterek onların o an bulundukları durumdan çıkmalarını sağlayarak olabilir. Bütün kadınlara mücadeleyi yükseltme çağrısı yapmak istiyorum ve deprem bölgesindeki kadınlar için özel organizasyonlar yapılarak mutlaka oradaki kadınlara ulaşılması talebimizi yinelemek istiyorum. Çünkü bu depremin ağır felaketinin altında en fazla kadınların kaldığını görüyoruz. Yaşamı yeniden inşa etmeyi de en fazla kadınların yükselttiğini görüyoruz. Bu nedenle “Kadın Dayanışması Yaşatır” şiarını yükseltmeliyiz. Ve İran’dan Suriye’ye, Rojava’ya her alanda bu dayanışmayı büyütme ihtiyacımız olduğunu söylemek istiyorum.