Barışa ne kadar yakın ne kadar uzağız?

Dünya savaşın ve çatışmaların odağında barışı ararken Barış Vakfı Kurucularından Azime Bilgin, “Barışın ne uzağındayız ne de yakınındayız. Çatışma ve kutuplaşma varsa da bir o kadar da barışa olan ihtiyacın gerçekliği de ortada” diyor.

SERPİL SAVUMLU

Haber Merkezi- 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Türkiye ve tüm dünyada insanlar sokağa çıkıyor ve barış taleplerini haykırıyor. Adı ilan edilmemiş bir 3’üncü Dünya Savaşı’nın yaşandığı bir dönemde sokaktan yansıyan bu ses neyi ifade ediyor? Ne kadar güçlü? İnsanların sesleri kimlere ve nereye kadar erişiyor?

Tüm dünya özellikle son aylarda insanlık tarihinin en karanlık katliamlarını televizyon ekranlarından izliyor. İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik saldırıları özellikle kadın ve çocukların çoğunlukta olduğu binlerce insanın yaşamını yitirmesine neden oldu. Savaşın bilançosu git gide yükseliyor. Bombardımanların yanı sıra hastaların ilaç, çocukların mama, tüm insanların su ve yiyecekle de katledilmeye çalışıldığı insanlık dışı bir süreç yaşanıyor. Uluslararası sözleşmelerin hiçe sayıldığı, uluslararası kurumların da bir kenara itildiği belki de görevlerini tam olarak kimi politik nedenlerle rafa kaldırdıkları bir dönemde her kurumun ve her adımın sorgulandığı esasen tüm Ortadoğu’yu kapsayan 3’üncü Dünya Savaşı ‘ilan edilmeyi’ bekliyor. Sudan, İran, Irak, Lübnan, Suriye, Rojava, Türkiye ve daha fazlasında savaş her geçen gün körüklenerek bir yönetim biçimi haline geliyor.

Barışın haykırıldığı gün

1 Eylül, tarih sayfalarında 2’nci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın Polonya işgaline başladığı tarih olarak yerini aldı. Bu yıkımın her sene hatırlanması için Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı tarafından Dünya Barış Günü ilan edildi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1981 yılında “Barış Çanı”nı çalarak 21 Eylül tarihini Dünya Barış Günü ilan etti. Aslında barış kutlamaları her sene iki tarihte yapılıyor. Bu iki günün ortaklaştığı nokta uluslararası bir ateşkes ve kalıcı barışı temsil etmesi. 1 Eylül tarihi halklar açısından daha çok sahiplenildi ve barışın hep bir ağızdan neredeyse her dilde haykırıldığı bir gün haline geldi.

Barış talebi yargı eliyle bastırılıyor

Türkiye’de her yıl 1 Eylül’de halklar savaş ve çatışmaların son bulması için alanlara çıkıyor. 1 Eylül’den itibaren bir hafta boyunca neredeyse tüm şehirlerde açıklamalar, eylemler ve etkinlikler düzenleniyor. Barışta ısrar eden milyonlarca insan meydanlardan sözlerini söylüyor. Savaşta ısrar eden ve Kürt sorunun çözümsüzlüğü üzerinden tüm politikalarını dizayn eden AKP-MHP iktidarı ise son aylarda ‘operasyonlar’ ve saldırılarına devam ediyor. Kuzey ve Doğu Suriye’den peş peşe hak ihlalleri ve katliam haberleri geliyor. En ağır savaş araçlarının kullanıldığı bu operasyonlarda sadece insanlar yaşamını yitirmiyor belki de onarılması yüz yıllar sürecek bir şekilde doğa tahrip ediliyor. Ülkede savaş cephelerinden birini de Kürt halkı üzerindeki baskılar oluşturuyor. Artan kutuplaşmayla birlikte Kürtçe konuşanlar saldırıya maruz kalıyor. Kürtçe şarkılar eşliğinde halay çekenler tutuklanıyor. Öyle ki artık düğünler basılıyor. En ufak bir barış talebi bastırılırken yargı burada adeta ‘susturucu’ olarak kullanılıyor. Cezaevlerinde yaşanan hak ihlalleri, topyekûn bir toplumun tecrit politikaları ile yönetilmeye çalışılması, önü alınmaz bir şekilde şiddetin yaygınlaşması, kadınların katledilmesi, çocukların yaşadıkları, çatışmalardan, açlıktan kaçan mültecilerin durumu ve daha fazlası akıllara şu soruyu getiriyor ‘Barışa ne kadar yakınız ne kadar uzak?’

‘Vazgeçilmez değer barışın kendisi’

Barış Vakfı Kurucularından Azime Bilgin ile herkesin sıklıkla dile getirdiği bu soru üzerinden 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Türkiye ve dünyayı konuştuk.

“Barış insanlığın ulaştığı en vazgeçilmez bir değer. Barışın değerini bize en çok öğreten ne yazık ki savaşlar oldu.” diyerek kısa bir tanım yapan Azime Bilgin, insanlığın büyük savaşların ardından yıkıcı ve dönüştürülmesi, tamir edilmesi gereken en çetin sonuçlarıyla karşılaştığında aslında en önemli sonucun barış içinde yaşamak olduğunu fark ettiğini anlatıyor. Ne yazık ki insanlığın 3’üncü Dünya Savaşı sürecine getirdiğini dile getiren Azime Bilgin, “İnsanlık, tarihi açısından belki yine de bu en değerli kavradığı bilinci yeniden canlandırmak ve her daim diri tutmakla yükümlü. Çünkü gerçekten en kıymetli, vazgeçilmez değer aslında barışın kendisi” diyor.

‘Barış her açıdan elzem’

Barışı istemek ve bu talebi yaygınlaştırmak önemli ve kıymetli. Azime Bilgin, özellikle yaşamsal alanların daraltıldığı bir arada yaşama halinin krizli bir süreçten geçtiği, kutuplaştırılmış toplumlara rağmen insanların bulduğu her fırsatta barışı dillendirmesinin önemli olduğunu düşünüyor. Bu parça bölük ses çıkarma halinin bir direnç refleksini geliştiremediği için en basit bir sokak röportajında sıradan bir talebin dile getirilmesinde baskıyla sönümlendiğini ifade eden Azime Bilgin, şöyle devam ediyor: 

“Dolayısıyla daha geniş kitleler nezdinde de barışı talep etmek ya da diğer iktisadi ve sosyal hakların dile getirilmesini ne yazık ki bu korku ortamı biraz daha zor kılıyor. Şu an içinde bulunduğumuz ortamda, birçok örneğini gördüğümüz, karşılaştığımız bir dizi durum ve fotoğrafla kendisini gösteriyor. Her şeyden önce herkesin adalet, eşitlik, özgürlük talep ediş yolları elbette ki aynı değil. Toplumda yalnız da değiliz ve kendimiz gibi olmayanların dilini anlamak zorundayız. Dolayısıyla herkes kendini en meşru ve en felsefi dillerle de anlatamayabilir. Farklı toplumsal ve kültürel kesimler muhataplarının beklediği dille konuşamayabilir. Bu kesimlerin feryatları duyulmuyorsa duyulan feryatlar anlaşılmıyorsa demek ki büyük bir sorunumuz var. O nedenle kim olursak olalım toplumdaki yerimiz ne olursa olsun ancak başkalarına güven verebilirsek, mağdurların acısını ve öfkesini anlayabilirsek, barışa dair umutlarımızı yeşertebiliriz. Dolayısıyla barış her açıdan elzem. Aslında şiddetin en sıradanlaştığı bir dönemde bile Kürt sorunundan bahsetmiyorum bile Kürt sorunun demokratik ve en barışçıl şekilde çözümü ve Türkiye halkları nezdinde bir arada yaşam daha belki politik başka başka söylemleri beraberinde getirmesi gerekiyor ama gündelik hayatımızın en sıradan kesiminde bile sokaktaki şiddetin bu kadar sıradanlaşma halinin karşısında aslında herkesin birazcık daha barış diline evrilmesine her zamanki dönemden belki daha fazla ihtiyaç var.”

‘Çıldırmış bir insan topluluğuna dönüşmeye ramak kaldı’

Şiddettin kötülüğü de sıradanlaştırdığını belirten Azime Bilgin, buna karşı da insanların reflekslerinin köreldiğini düşünüyor. Azime Bilgin, “En pozitif dili kullanmak karşıya empati ve saygıyı geliştirmek ve barışın dilini gündelik hayatımızda vazgeçilmez bir dil olarak yerleştirmek aslında hepimizin temel sorumluluğu içinde. Yoksa bu kadar şiddet sarmalının için de yaşamın sürdürülebilirliği gerçekten mümkün değil. Eni sonu çığırından çıkmış ve çıldırmış bir insan topluluğuna dönüşmeye ramak kaldı” sözleriyle uyarıyor. 

‘Kürt meselesi iktidarın elinde araçsallaşmış’

Türkiye’de savaş denildiğinde ilk akla gelen Kürt sorunu.  Yıllardır süren bir savaş hali var. Ülkede baskı politikaları şiddetiyle artarken geçtiğimiz hafta kadın gazeteciler Gulistan Tara ve Hêro Bahadîn Türkiye’ye ait SİHA saldırısında yaşamını yitirdi. Gerilimin an be an yükseldiği Türkiye’de ‘barışı konuşmak ne kadar anlamlı?’ sorusu karşısında Azime Bilgin, şunları ifade ediyor:

“90’lı süreçlerde Kürtçenin konuşulmasının yasak olduğu ya da Kürtçe isimlerin konulmasının yasak olduğu süreçlerden bir anda TRT Şeş gibi televizyonlarının açıldığı bir sürece geldik. Ama akabinde de bir Kürt düğününde Kürt kadınların halay çekişindeki durum bir anda gözaltına evriliyor. Dolayısıyla tam da burada barışa ne kadar yakınız ne kadar uzağız? Tam da burada ironik aslında. Buradan şu anlaşılıyor. Siyasal iktidarların elinde Kürt sorunu tam da bir araçsallaştırılmış meseleye dönmüş halde. Dolayısıyla demokratik muhalefet çeperinin bu noktada reflekslerinin çok güçlü ve gerçek demokrasiden yana olmasıyla ancak bu açı her zaman barıştan yana daha genişletilebilir gibi duruyor. Yoksa diğer türlü siyasal iktidarın elindeki bu en temel sosyolojik siyasal ve tarihsel arka planı olan Kürt sorununun, demokratik yollarla çözümüne dair demokratik yaklaşımının olmadığını görüyor ve biliyoruz.”

‘Barışın ne uzağındayız ne de yakınındayız’

Kimi zaman çözüme yakınlaşılmış hissinin uyandırıldığını belirten Azime Bilgin, “Toplumsal barışa sanki ramak kaldı, birazcık daha konuşulabilir, tartışılabilir bölgeler düzleminde çeşitli STK’ler üzerinden, siyasi partiler üzerinden, ana akım medyada konuşulabilir olduğunu hissettiriyor ama devamında o kadar güçlü bir araçsallaştırmayı gerçekleştiriyor ki elinde en kıymetli enstrümanı gibi bunu toplumun üzerinde bir baskı unsuruna dönüştürmek istediğinde tekrar o açıyı anında kapatabiliyor. Aslında barışın ne uzağındayız ne de yakınındayız. Yaşadığımız sürecin kendisi bu kadar temel çelişkilerimiz ve bu kadar çatışma ve kutuplaşma varsa aslında bir o kadar da barışın kendisi ve barışa olan ihtiyacın gerçekliği de ortada. Bize düşen her daim her dönemde barış talep etmekten asla ve asla vazgeçmemek.” şeklinde konuşuyor. 

Barışın iyileştirici yanını vurgulamak

İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik saldırılarına rotamızı çevirdiğimizde ise bu vahşet bu kadar açık bir şekilde cereyan ederken, uluslararası kurumların da sessiz ya da etkisiz olduğu karşımıza çıkıyor. Bu noktada ise her şeyi durduracak güç tartışılmaya başlanıyor. Azime Bilgin, “Savaşın en büyük mağdurları ve yıkıcı sonuçlarından doğrudan etkilenenler kadınlar ve çocuklar. Bunu bugüne kadar siyasal alanda çalışma yapan, sahada araştırma yapan sonuçları üzerine makaleler yazanlar belki de hep benzer sözcüklerle benzer tespitlerle ifade etmişlerdir. Ben bir barış aktivisti olarak özellikle savaşın yıkıcı sonuçlarının kadınlar ve çocuklar üzerinde ve tüm dünyanın da buna iki yüzlü davranışını dile getirmekten yana değilim. Aksine bu sözcükler kendi önemini ve değerini de tekrar ettikçe kaybediyor. O nedenle savaşın negatif olan tarafını sürekli dile getirerek belki bu etkiyi üzerinden kaldıramayacağız. O nedenle barışın iyileştirici tarafına barış halinde yaşamanın sonuçlarının ne olduğuna ilişkin bir durumu belki daha çokça dile getirmek gerekiyor. Yoksa diğer türlü gerçekten insanlar aslında o negatif olana da kulaklarını kapatmaya ve sırtını dönmeyi tercih edebiliyor” diyor. 

Gazze’de çok yakıcı bir savaşın olduğunu ifade eden Azime Bilgin, şunları dile getiriyor: 

“O görüntüleri bile televizyon ekranlarında gördüğünde hemen kanal değiştirerek aslında var olan o kötülüğe, o yıkıcılığa gözünü kapatmak istiyor. Belki insan doğasında psikolojik bir reflekstir… insan sürekli o kötü olanı görme halinden refleks olarak uzaklaşmak istiyor. Belki bunun dalga kıranı da barışa dair daha barış dilini yaygınlaştırmak. Barışın yapıcı sonuçları üzerine defaten defaten konuşmak.”

‘Barışı dile getirmemekten uzaklaşmamak gerekiyor’

Azime Bilgin, esasen Türkiye’de ve elbette tüm dünyada barış dilini kullanmanın iyileştirici olduğunu belirtirken, aynı zamanda bu talebi dillendirmeyi de bir zorunluluk olarak görüyor. Son olarak barış için kuracağı tılsımlı bir cümle olmadığını söyleyerek, barışın kendisinin gücüne dikkat çekiyor ve ekliyor: “Barışın kendisi başlı başına bir değer. Barış her şeyden önce hem bireysel düzlem de hem toplumsal hem de tüm dünya insanlığı açısından bir iyi olma halidir. Kötüden uzaklaşma halidir. Bir arada yaşamanın aslında ne kadar anlamlı ve değerli olduğunun farkına varma ve bu bilincin ışığında yaşama halidir. İyileşmenin kendisidir. O nedenle ısrarla ve ısrarla herkese tavsiye olunur gibi flaş cümlelerle bitirilir ama bizim barış için gerçekten bugüne kadar Barış Vakfı olarak çokça çalışma yapıldı, çağrıda bulunuldu açıklamalar yapıldı. Bu çalışmaların yaygınlaştırılması ve herkesin bilincine ulaştırılması elbette ki çok daha büyük ve kapsamlı çalışmaları beraberinde ve daha fazla insanın o alan içerisinde aktif olmasını gerektiriyor. Bu herkes için çok tercih edilmeyebilir. Ama bir bireyin özellikle hayatın barış içinde geçme halini kavraması herkesin temel sorumluluğu olarak duruyor.  Barış Vakfı’nın kurucuları, üyeleri olarak yine dilimizin döndüğünce elimizden geldiğince bulunduğumuz bütün o krizli ortamlar içerisinde her ne kadar barışa şu an çok uzaklaşıldı, bu alanda çalışma yapmanın bile kıymetli görmeyen birçok çevrenin olmasına rağmen yine de bu konuda ısrarcı olmak ve bu taleplerden barışın en temel yaşam hakkı gibi bir temel insan hakkı olduğunu doğa hakkı olduğunu dile getirmekten vazgeçmeyeceğiz. Ve buradan uzaklaşmamak gerekiyor.”