İnanna’nın Dönüşü: Tanrıça Ruhunun İran Üzerindeki Yükselişi-1
İran’da tarih boyunca, merkezi otoriteye karşı direnişler her zaman var olmuştur. Topluluklar, egemenliğe karşı kültürel ve siyasi direnç göstermişlerdir. Ayrıca, direnişlerde kadınlar aktif yer almış, hatta bazen direnişin öncülüğünü üstlenmişlerdir.
HAVRÊ ZAGROS
“Düşünce, kurbanların acılarının, insanlık tarihinin en temel gerçeğini yansıttığı için hala gereklidir”
Theodor W. Adorno
Teokratik ve muhafazakar hükümetin egemenliğinde, son elli yılda dünyanın en baskı altında kadınlarının yaşadığı bir toplumda, aniden tüm dünyayı şaşkına çeviren olağanüstü bir olay yaşandı. Birçok analist ve sosyolog, bu olayı doğru ve tutarlı bir şekilde analiz etmekte zorlandı. Bir toplumda, yıllarca görünmeyen kadınlar, nasıl oldu da aniden güçlü bir şekilde varlık göstererek, son kırk yılın en geniş çaplı direniş hareketini başlatabildiler? İran’da, hükümetin işlediği Jina (Mahsa) Amini cinayetinin ardından, bu hareket, başörtüsünü çıkararak ve “Jin jiyan azadi” sloganıyla, nasıl bir anda tüm ülkeyi sarstı ve küresel bir yankı uyandırdı? Bu yazı, bu sorulara yanıt aramak için, iki ana bölümde ele alınacaktır.
Birinci bölümde, geçmişin kökenlerine bakarak, kadınların direnişinin tarihsel temellerini inceleyeceğiz. İkinci bölümde ise, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın demokrasi ve kadın özgürlüğü üzerine geliştirdiği felsefeye, özellikle de "demokratik modernite" ve "jineolojî" üzerine olan vurgularına değineceğiz. Aynı zamanda, bu felsefenin nasıl somut bir biçimde Rojava kadın hareketinde pratiğe döküldüğünü tartışacağız.
Geri dönen hayaletler…
Jacques Derrida, ünlü Marx’ın Hayaletleri adlı eserinde, ontolojik bir kavram olarak hayaletbilim (hauntology) terimini ortaya atar. Bu kavram, dil, yaşam, politika, toplum ve tarihten dışlanmış olan ruhların geri dönüşünü anlatır. Jacques Derrida'nın hayalet ontolojisi, tıpkı İran’da ‘jin jiyan azadi’ hareketinin aniden toplumda hayalet gibi ortaya çıkmasıyla büyük bir benzerlik taşır.
Tarihin patriyarkal anlatımında, kadınların varlığı o kadar görünmeyen bir hale getirilmiştir ki, sanki kadınlar tarihte hiç var olmamış gibidir. En iyi ihtimalle, kadınlar tarihin en kenar köşelerine itilmiş, süsleyici bir figür olarak kabul edilmiştir. Ancak bu erkek egemen tarihsel yanlış anlatımı kabul etmediğimizde, tarihin başlangıcına dönerek farklı bir bakış açısı açığa çıkacaktır. Bu bakış açısı, bize tarihsel gerçeği çok farklı bir şekilde sunar. Bu açılımda, insanlık tarihinin yüzde 99’unda, cinsiyet, sınıf, etnik ve ulusal ayrımcılığın doğal ve değişmez bir durum olmadığı, tüm bu ayrımların egemen güçler tarafından üretilmiş yanlış anlatımlar olduğu anlaşılır. Devlet öncesi komünal toplumlarda, tüm insanlık uzun süre eşitlikçi, hiyerarşisiz ve paylaşımcı bir düzende yaşamıştır. Taş Devri’nden Neolitik Çağ’a, Demir Çağı’na kadar, insanlar cinsiyet, sınıf, etnik veya benzeri bir hiyerarşiye dayanmayan toplumlar kurmuşlardır. İnsanlar, ortak mülkiyet anlayışıyla, kolektif dayanışma ve gönüllü iş birliği temelinde yaşamışlardır. 5 bin yıl önce devletçi, sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte, kadınların aşağılanması ve marjinalleşmesi süreci başlamıştır. Bu dönemle birlikte, kadınların toplumsal hakları neredeyse yok edilmiştir.
İçinde yaşadığımız çağın en belirgin karakteri olan cinsiyet eşitsizliği, aslında devletçi toplumların erkek egemenliği ile özdeştir. Dini devletlerin kurulmasıyla, kadının toplumsal varlığı ve toplumsal rollerinin kısıtlanması süreci hızla ivme kazanmıştır.
Görülen o ki, kadının bağımsızlığı, bilgelik ve toplumdaki rolü bir tehdit olarak algılanarak, "sihirli" bir figür olarak damgalanmış ve zamanla yok edilmiştir. Foucault'un ve daha sonra Silvia Federici'nin Kalıban ve Cadı adlı eserinde belirttiği gibi, kadınların toplumsal bağımsızlıkları ve özgürlükleri, özellikle de kadınların bilgisi ve sağlığı konusunda bağımsız hareket etmeleri, toplumun egemen güçlerince bir tehdit olarak görülmüştür. Yüzyıllar boyunca cadı avları ve dini zulümler, kadınların toplumsal varlıklarını ve gücünü ezmek için kullanılmıştır. Bu, modern toplumun kadına dair dışlayıcı ve yok edici bir yaklaşımının temelleridir.
‘Jin jiyan azadi’ hareketinin kökenlerine bir bakış
Eric Hobsbawm, ünlü eserlerinde, "Ulusal tarih anlatıları büyük yalanlardır, kimse bu yalanları sorgulayamıyor" der. Batı’daki modernleşme ve devlet oluşum süreçleri, tarih yazımında büyük bir etki yaratmış ve bu tüm dünyada egemen olmuştur. Bu bağlamda, özellikle Doğu'nun ve Ortadoğu’nun tarihi, Batı'nın önyargılarıyla şekillendirilmiştir. Bu tarihi, özellikle "kan ve ırk" gibi neredeyse bilimsel bir teoriye dönüştürülen, ırkçı ve nasyonalizmin etkisi altında yazan kişiler de olmuştur. Fakat İran tarihi, merkeziyetçi ve tek bir egemen devletin izlediği bir tarih değil, çok katmanlı, dağınık ve toplumsal temelleri güçlü bir tarihtir.
İran’da tarih boyunca, merkezi otoriteye karşı direnişler her zaman var olmuştur. Mani, Mazdek, Hürremizm, Aleviler gibi topluluklar, devletin egemenliğine karşı hem kültürel hem de siyasi direnç göstermişlerdir. Ayrıca, bu direnişlerde kadınlar aktif bir biçimde yer almış, hatta bazen direnişin öncülüğünü üstlenmişlerdir.
Walter Benjamin, tarih anlayışında "Geçmişten gelen her şey, şimdiyle bir bağ kurmazsa unutulmaya mahkumdur" der. Eğer geçmişte yaşananlar, günümüzde bir anlam taşımaz ve çözülmemişse, bunlar birer hatıra olarak geri döner ve toplumu dönüştürmek için harekete geçerler. 1979’daki Kadınların Devrimi ve Dr. Homa Darabi'nin intihar eylemi, kadın özgürlüğü mücadelesinin ve taleplerinin anılarını yaratmış ve bu hareket, yıllar sonra, ‘Jin jiyan azadi’ hareketine ilham kaynağı olmuştur. 1990’larda Devrim Kızları olarak bilinen genç kadınlar, başörtüsünü çıkararak sokaklara çıktılar ve hükümetle açık bir mücadele başlattılar. Tüm bu direnişler, aslında toplumda derinleşen kadın özgürlüğü mücadelesinin birer yansımasıdır.
Tüm bu direnişleri bir tarihsel süreklilik olarak görmek gerekir. 1979’daki kadınların sokağa çıkışından 2022’deki Jina Amini’nin katledilmesine kadar, kadınların her dönemde toplumsal varlıklarını bir şekilde ortaya koydukları, mücadele ettikleri ve özgürlükleri için savaştıkları açıktır. Bu direnişlerin öncesi, aslında birer “hayalet” olarak geçmişten bugüne kadar süregeldi ve İran’ın kadın hareketinin yeniden doğuşunu sağlayan şey de budur.