PKK Merkez Komitesi Üyesi Hêlîn Ümit: Feshi ancak Önderlik yapabilir
PKK Merkez Komite Üyesi Hêlîn Ümit, PKK’nin feshinin, stratejik değişim, silah bırakma gibi hususların kararının ancak Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’la verilebileceğini belirterek, Abdullah Öcalan katılmadan feshin gerçekleşmeyeceğini söyledi.

Haber Merkezi- PKK Merkez Komitesi Üyesi Hêlîn Ümit, Medya Haber Televizyonu’nda yayınlanan bir programa katılarak son süreçle ilgili değerlendirmelerde bulundu. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın doğum günü olan 4 Nisan tarihine dikkat çeken ve bu tarihin anlamına değinen Hêlîn Ümit, Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı ardından gelişen süreç, Türkiye ve Suriye’de son günlerde yaşananlar hakkında konuştu.
“Kongre yapılsın, silahlar bırakılsın, böylelikle bu sayfayı kapatalım” şeklinde bir yaklaşım olduğunu ifade eden Hêlîn Ümit, iktidarın yaklaşımlarının sorunun ciddiyetini kavramaktan uzak olduğunu söyledi. Hêlîn Ümit, PKK’nin kendi kendini feshedemeyeceğini bunun ancak Abdullah Öcalan’la mümkün olabileceğine işaret etti.
Değerlendirmenin tamamı şöyle:
“Öncelikle üzerinden birkaç gün geçmiş olsa da Önderliğimizin doğum gününü kutluyorum. Sevgilerimizi ve saygılarımızı belirtiyorum. Hem Kürdistan’da, Bakurê Kürdistan’da hemen hemen her yerde etkinlikler oldu hem de Kürtlerin yaşadığı diğer alanlarda da oldu ve halen 4 Nisan kutlamaları devam ediyor. Her şeyden önce ben bu kutlamalara katılan, Önder Apo’nun doğuşunu kendi özgürlüğü, doğuşu olarak karşılaya başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm toplumumuzu selamlıyorum, kutluyorum. Onların da doğum gününü kutluyorum.
Önderliğimizin doğuşu, Kürt halkı, kadınlar, gençler açısından çok farklı anlamlarla karşılanıyor. Bunu iyi tanımlamak, iyi anlamak lazım. Bu neden böyledir? Neden Kürt halkı kadınıyla, genciyle, yaşlısıyla Önder Apo’nun doğum gününü kendi varlığıyla, kendi varoluşuyla özdeşleştiriyor bu kadar? Tarihte bunun örnekleri çok azdır. Hiç yoktur denilemez fakat azdır. Özellikle Ortadoğu toplumsal gerçekliğine baktığımızda aslında böyle doğum günü kutlamaları da çok yoktur. Çok bir gelenek haline de dönüştürülmemiştir. Şunu değerlendirmek lazım. Ortadoğu gibi hemen hemen ayakta duran tüm kutsallıkları yaratmış olan bir coğrafyada neden bireylerin doğum gününe bu kadar önem verilmemiş? Kutsallıklar yaratılmış; ağacından, taşına, toprağına kadar… Hemen hemen aslında kafamızı nereye çevirsek Anadolu’da, Mezopotamya’da, Ortadoğu coğrafyasının çok çeşitli yerlerinde böyle merkezler, böyle yerler, böyle olgular, objeler görürsünüz. Fakat bireyler söz konusu olduğunda, yine bu diğer kutsallıklar açısından da önemli olan, hep toplumsallığa yaptığı hizmet olmuştur. Bir şey ne kadar toplumun hizmetine girmişse, toplumun yaşamında belirleyici hale gelmişse, toplum onun etrafında bir araya gelip kendi varlığını anlamlandırmışsa, o da o kadar kutsanmış ve değer görmüştür.
Basit bir fiziki doğuşun ötesi
Önder Apo’nun 4 Nisan kutlamalarında da biz bu yıl bunun ne kadar üst derecede yaşandığını gördük. Başta da söylediğim gibi kadından gencine, yaşlısına her kesimden Kürt insanı, yine Önder Apo gerçekliğinin farkına varan dostlar, enternasyonaller, farklı halklardan insanlar, Önder Apo’yu yaşamlarına doğan bir güneş gibi karşılıyorlar. Bunun böyle bir anlamı var.
Gerçekten bizim şunu çok iyi hissetmemiz, anlamamız lazım. Bu, böyle basit bir fiziki doğuşun ötesindedir. Önder Apo da bu sürecini şöyle ifade ediyor zaten: “Ben, güçsüz, zayıf düşürülmüş, hatta onuru kırılmış bir çocuğun isyanıyla başladım.” Yaşamının birinci dönemi olarak ifade ettiği, siyasallaşmadan önceki dönemi açısından söylüyor bunu. Onun arayışı ve isyanıyla şekillendim. Bu aslında onuru kırılmış, Kürtlüğünden dolayı, kimliğinden dolayı, varlığından dolayı horlanmış, kendisiyle karşı karşıya getirilmiş bir çocuğun milyonlara erişen bir harekete dönüşmesidir. Bu herhalde her baba yiğidin harcı değildir.
O anlamıyla da Önder Apo’nun 4 Nisan kutlamalarını bu çerçeveden anlamak, toplumsallığa verdiği katkıyı, Kürt toplumsallığını yaratma gücünü bu çerçevede ele almak doğrudur. Aslında bu kutlamalar ilk başladığında Önderlik, çocuklara hediye etmişti bugünü. Bir çocuk günü aslında. Niye? Çünkü Kürt çocuklarının karşı karşıya kaldığı böyle bir toplumsal sorun var, böyle bir toplumsal çelişki var. Ve 4 Nisan aslında bundan kurtuluşun, bundan çıkışın yolunu gösteren bir yaşam hikayesine açılıyor. 4 Nisan’ı tartıştığımızda, 4 Nisan’ı günümüzden geriye doğru gittiğimizde göreceğiz ki, Kürt gençlerine de Kürt kadınlarına da Kürt çocuklarına da nasıl özgür, onurlu yaşanabileceğinin yol haritasını açığa çıkartıyor.
4 Nisan’ı böyle anlamak, böyle anlamlandırmak gerekli. Zaten halkımız da böyle anlıyor. Fakat ben bu vesileyle şunu ifade etmek istiyorum. 2025, Önderliğimizin 76. yaşına girdiği 4 Nisan kutlamaları vesilesiyle Önderliğimizin de bir mesajı basına, kamuoyuna yansıdı. Özellikle gençlere hitaben verdiği bir mesaj vardı. Ben öncelikle şunu söylemek istiyorum. Tüm toplumsal kesimlerden daha fazla gençliğin Önderlik gerçekliğini anlamaya ihtiyacı var. Hani “özgürlüğe yürüyen gençliği selamlıyorum” dedi Önderlik. Özgürlüğe yürüyen gençlik neydi? Sembolik olarak Amara’ya yürüyen gençlikti. Bu, Önderlik gerçekliğine yürüyen bir gençlik anlamına geliyordu. O yüzden eğer başta Kürdistan gençliği olmak üzere, günümüzde gençlik kesimleri var olmak istiyorsa, kimlikli olmak istiyorsa, onurlu olmak istiyorsa, özgür olmak istiyorsa, Önder Apo gerçekliğini çok iyi özümsemeli, tanımalı.
Önderliğin gençliğe yaptığı çağrı nedir?
Kimdir gerçekten? Günümüzden baktığımızda “Ben Kürt’üm” demek kolay, “Ben varım” demek kolay. Bunun yolları açıldı, bunun imkanları sağlandı. Kendinden kaçan bir Kürtlükten çıkılarak gurur duyulan, kendi değerlerini yaratmış, insanlık ailesi içerisinde başı dik gezen, bu anlamıyla da kahramanlarını yaratmış bir olgudan bahsediyoruz. Böyle bir Kürdistan gerçekliğinden bahsediyoruz ama bunu yaratan bir Önderlik gerçekliği var. Eğer Kürdistan gençliği böyle var olacaksa ona yürümesi lazım. Bunu böyle önemli gördüğümü söylemek istiyorum. Bu şöyle olmadı: Mesela düşünün, Önder Apo, Kürdistan’da o çocuk yaşıyla, diyelim gözünü açtığı dünyada, karşı karşıya kaldığı sorunları birey olarak aşmadı, birey olarak aşamayacağını gördü. Çok erken yaşlarda toplumsallıkla bağını kurdu, toplumuyla bağını kurdu. Şimdi Önderliğin gençliğe yaptığı çağrı nedir? Örgütleyin, örgütlenin, toplumsallaşın, toplumsallık mücadelesini verin.
Bizim mücadelemiz toplumcu bir mücadeledir, sosyalizm mücadelesidir. Sosyalizm toplumculuktur, en genel anlamda böyledir. Evet, bunun içerisinde akımları olabilir. Hani farklı farklı akımlar var. Biliyoruz; Marksizm’i var, Leninizm’i var. Onun dışında da ütopik sosyalistler var, çeşitli akımlar olabilir. Ama en genel anlamda sosyalizm, toplumculuk demektir. Ve Önder Apo bütün sorunlara, bütün sorunlarına -karşı karşıya kaldığı kimlik sorununa, varlık sorununa, ekonomik sorununa- her sorununa yoğunlukla çare aradı. Toplumculukla güç oldu. Eğer bugün bir kişinin hayatının nasıl milyonlara dönüştüğünü anlamak istiyorsak, bunun toplumcu yaşam ideolojisiyle, özgürlüğün toplumun özgürlüğüyle kurulan bağıyla ilişkisi var. Hemen bir parantez açayım. Mesela günümüzde özgürlük, gençliğin temel sorunu. Sadece belli bir bilinç kazanmış gençler açısından söylemiyorum; hemen hemen tüm gençler aslında mevcut verili sisteme ret temelinde gelişir, arayışları vardır yani.
Ve nerede kaybediyor bu gençler? Bu, başta kapitalizmin yarattığı o bireycilik, liberalizm sahasında o özgürlük hayalleri, özgürlük umutları hep boğuluyor. O yüzden başta Kürt gençliği olmak üzere tüm gençliğe -sadece Kürt gençlerine demiyorum; Türkiyeli gençlere, Arap gençlere, Ortadoğu gençlerine, dünya gençlerine- temel çağrım, bu konuda gerçekten toplumculuğun ne olduğunu iyi öğrenmek, sosyalizm mücadelesinde derinleşmek, demokratik sosyalizmin radikal mücadelesini yürütebilecek düzeye gelmektir. Ancak bu, gençliği gerçekten özgürlüğe yürüyen bir gençlik haline dönüştürebilir. Bu önemli.
Bu konuyla bağlantılı ikinci söyleyeceğim şey de şudur. Kürt halkı neden bu düzeyde sahiplenmiş içerisindedir? 4 Nisan’ı niye böyle bir coşkuyla karşılıyor? Her şeyden önce toplumun hafızası çok canlıdır. Kürdistan’da eğitim sistemi, sömürgecilik, soykırımcılık sistemi nedeniyle sistematik olarak oluşmamış olsa da Kürt tarihine ilişkin belgeler uzun yıllar yasaklanmış olsa da, Kürt sosyalizmine ilişkin araştırmalar yeterince yapılmamış olsa da bunlar hep soykırımcı sömürgeciliğin altında yaşamış olmaktan kaynaklı.
Ama şunun farkındadır. Özellikle son yüzyıl açısından Önderliksiz bırakılmak, sahte önderlikler peşine düşürülmek, Kürdistan halkının kaderini soykırım ve sömürge koşullarına mahkum etmiştir. Bunun farkındadır ve Önder Apo’nun bir özgürlük önderliği olarak onu günümüzdeki düzeyine taşıdığının farkındadır. Bu bağlılık, bu güven, bu inanç, bu uğruna kendini yakan, kendini her türlü fedakarlıkla yüz yüze bırakan gerçeklik; büyük şehidimiz Şehit Zîlan’ın da ifade ettiği gibi, Kürdistan tarihindeki önderlik sorumluluğunun, önderlik gerçekliğinin Önder Apo tarafından çözümlenmesiyle ilgilidir.
Evet, bunu bir bayram coşkusuyla karşılamak gerekir. Her yıldan daha fazla bu yıl öyle karşılandı. Bunu sadece biçimsel ritüellere boğmadan, bunun gerçekliğine inerek, önderlik gerçekliğini özümseyip yaşamsallaştırarak halkımız 4 Nisan kutlamalarını sürdürecektir demek istiyorum.
Yaklaşım sorunun ciddiyetini kavramaktan uzak
Aslında 27 Şubat açıklaması çerçevesine önemli bir gündem oluştu Türkiye’de. Bir tartışma düzeyi var. Tabii halen yeterli değildir. Kamuoyuna yansıyanlar dışında böyle bir anlaşma yoktur. Şunu biliyoruz: Önder Apo’nun aldığı bir inisiyatif var, geliştirmek istediği bir süreç var, bu temelde yaptığı çağrı var. Buna karşı hareketimizin, partimizin, PKK’nin yaptığı açıklamalar var. Haftalık olarak arkadaşların yaptığı değerlendirmeler oluyor. Bir de iktidar cephesinden çeşitli açıklamalar var.
Her şeyden önce şunu gördüğümüzü ben ifade etmek istiyorum. Önemli bir konjonktürden, önemli bir süreçten geçiyoruz. Bu sorunun gündemde olması önemli, tartışılıyor olması önemli. Fakat tartışmalarda bazı handikaplar var, sorun teşkil eden yönler var. Her şeyden önce çok sağlıklı tartışıldığını düşünmüyorum. Mesela iktidar cephesinden yapılan açıklamalar, ağırlıkla “Biz bitirdik” şeklinde. Buna indirgenmiş durumda. İşte “Kongre yapılsın, silahlar bırakılsın, böylelikle bu sayfayı kapatalım” diyen bir yaklaşım var. Bunlar sağlıklı yaklaşımlar değil tabii ki. Çünkü Kürt sorunu denilen sorun, Türkiye Cumhuriyeti’nin neredeyse 100 yılını alan bir problem, bir sorun. Bunun esasta bu çerçevede tartışılması lazım. Türkiye’nin demokratikleşme sorunları çerçevesinde tartışılması lazım. Bugün bana hangi sorunu gösterirseniz gösterin, onun Türkiye’deki demokratikleşme sorunu ve Kürt sorunu ile bağlantısını rahatlıkla kurabiliriz. Bu, böyle yakıcı bir problemdir. O yüzden halen işin ağırlığını, ciddiyetini kavrayan yaklaşımlar olmadığını rahatlıkla belirtebilirim.
İktidar kanadı açısından gözlemleyebildiğim ve değerlendirdiğimiz şey şu. Bir güven krizi var, kaygılı bir yaklaşım var. Oysaki gerçekten en büyük riski Önder Apo aldı, en önemli adımı Önder Apo attı, en büyük cesareti o gösterdi. Bununla ne yaptı? İşte içinden geçtiğimiz süreçte, aslında bölgede dengelerin değiştiği, konjonktürün her an kaymalar yaşadığı hassas bir süreçte yeni bir siyasal ortamın oluşması için bir kapı açtı. Bize de açtı, hakiki olarak bizim açımızdan da açtı. Mesela şöyle değil. Gerçekten şunun çok doğru anlaşılması lazım; PKK olarak bizim konumumuz zayıf bir konum değildir. Hemen hemen her konuda PKK gücünü koruyor. Bunu nereden anlıyoruz, bunu nasıl ölçebiliriz? Bu gerçeklik nasıl anlaşılabilir? Halk gerçekliğinde… Biz bir halk hareketiyiz. Newroz kutlamaları son yılların en yüksek katılımıyla gerçekleşen, en coşkulu, talepleri en net olan Newroz kutlamaları oldu.
Tereddütlü bir tablo görüyoruz
Biz her yıl, aslında Newroz kutlamalarına biraz da “referandum düzeyi” derler ya siyasal terimle; yani toplumumuzun eğilimi nedir, duruşu nedir, katılımı nedir? Çünkü Newroz, PKK ile Newroz oldu. Kimse öyle, evet tarihsel bir geçmiş var ama esas olarak Newroz’u Newroz yapan ya da PKK’yi PKK yapan, bu Newroz gerçekliğiyle buluşmasıdır. Bu anlamıyla ortaya çıktı ki PKK her zamankinden daha güçlüdür. Halk gerçekliğiyle daha bütünlüklü bir halde çalışmalarını yürütüyor. Önder Apo’nun da ortaya koyduğu irade, toplum tarafından büyük bir heyecan, coşku, umut kaynağı olarak karşılanıyor. O anlamıyla Önder Apo’daki cesaret, risk alma, adım atma, karşı tarafa adım attırma çabasını görüyoruz. Ama iktidar cenahında böyle çok kaygılı, korkak, gerçekten tereddütlü bir tablo görüyoruz. Esas olarak bu durumun aşılması lazım.
Mesela şu söylem çok doğru değil. Mevcut Türkiye gerçekliğinde bu süreci yürüten en son Cumhurbaşkanı Erdoğan çıktı; “Bu süreci biz yürütüyoruz. Cumhur İttifakı olarak kendimiz muhatabız” dedi. Bu iyidir süreci sahiplenme anlamında. Fakat şöyle denilemez; “Bizim içimizde görüş ayrılıkları var, farklılıklar var, bizim hakimiyetimiz yok.” Mevcut iktidar, AKP-MHP iktidarı, böyle bir şeyle karşımıza çıkarsa bu bizde tereddüt yaratır. Çünkü her konuda irade gösterebilen, her türlü müdahaleyi yapabilen, istediği her yasayı çıkartabilen bir iktidar gerçekliği var. Ama söz konusu bu sürecin başlangıcında Önder Apo ne dedi? “Benim çatışmalı süreçten siyasi ve hukuki sürece çekecek gücüm vardır.” Devlet Bahçeli, Cumhur İttifakı adına “Gelsinler, siyaset yapsınlar, umut hakkından yararlansınlar” dedi.
Bu, onların tüm dünyaya, herkesin gözü önünde yaptıkları açıklamalardı. Şimdi çağrı yapılmıştır Önderlik tarafından, gerekli adımlar atılmıştır. Siyasi ve hukuki zemine çekmek isteyen bir iktidar var mı, yok mu? Asıl soru işareti burada. Çünkü gerçekten Türkiye’de çok geniş bir savaş rantçısı kesim oluşmuş, iktidarın içinde de bunlar var. Gerçekten iktidar kanadı, Bahçeli ve Erdoğan, bu rantçı kesime karşı bir müdahalede bulunacaklar mı? Türkiye’nin demokratikleşmesini gerçekten istiyorlar mı? Başta buna karar vermeleri gerekiyor. Önemli gördüğüm bir husus budur. O konuda bir tartışma var. Bu ikna edici değildir, kimse inanmıyor. Biz de inanmıyoruz, çok çeşitli çevreler de inanmıyor. Mesela deniliyor ki “Biz işte bu üslubu, bu zehirli üslubu, bize dönük bu tasfiye üslubunu kullanma durumunu genellikle şöyle ifade ediyoruz, toplumsal hassasiyetler var, bazı kesimlerin hassasiyetleri var.” Açıkçası böyle olduğunu düşünmüyoruz.
Ben şunu söyleyebilirim. Marjinal kesimler deniliyor ya, böyle bir marjinal kesim var. Savaş rantçısı olan bir kesimdir. Bunlar çeşitli yerlere kümelenmişler, bunun rantını yiyorlar. Ama toplumun büyük çoğunluğu hangi cepheden olursa olsun -milliyetçi olabilir, muhalif cephede olabilir, AKP cenahından olabilir- önemli bir kısmı bu sorunun çözülmesini istiyor. Artık şöyle bir durum yok, Kürtlerin inkâr edilebileceği bir iklim yok yani. Artık herkes Kürtleri tanıyor, Kürt varlığını biliyor, bunun böyle gitmeyeceğini biliyor. Önemli gördüğüm bir husus budur.
PKK Önderliksiz bunu yapamaz
Ve bu tartışmalar kapsamında söyleyebileceğim ikinci şey, kongreye ilişkindir. İşte “Önder Apo kongreye çağrı yaptı, niye PKK kongresini yapmıyor” şeklinde tartışmalar devam ediyor. Ve şöyle bir argüman var. “PKK bunca yıldır bütün kongrelerini Önderlik katılmadan da yaptı ki, Önder Apo katılmadı ki fiziki olarak, kendi kongrelerini yaptı, yürüttü.” Doğru, evet. Biz belki de sol sosyalist hareketler içerisinde en düzenli kongrelerin toplantılarını yapan, bu anlamıyla kendi içinde demokratik süreçleri işleten bir hareketiz. Yönetim mekanizmalarımızı hep böyle belirledik. Ortak kararlarımızı hep böyle aldık, böyle çalıştık. Bu doğru yani. Bunun için de şöyle bir şeye hiç şart koşmadık, kimsenin ruhu bile duymadı. “Bizim güvenliğimizi alın, şöyle yapın, böyle bir şeye gerek duyuyoruz” demedik. O anlamıyla PKK’nin buna yeteneği de var, gücü de var, öyle sanıldığı gibi çok köşeye sıkıştırılmış, yapamaz gibi bir durum yok. Fakat bu durum farklı. PKK’nin feshi, stratejik değişim, silah bırakma gibi hususlar önderlik kararını gerektirir. Evet, doğru; PKK kendi kararlarını uygulamak istediği süreçlerde kendi kararlarını almıştır, pratiği yürütmüştür. Ama strateji değişikliğini kendisi yapmamıştır. Kendi kendine feshedemez PKK. Önderliksiz bunu yapamaz. Bunu ancak Önderlik yapabilir, ancak Önderlik ikna edebilir. Bir strateji değişikliği olacaksa, örneğin silahlı mücadeleden siyasi ve toplumsal mücadeleye geçiş yapılacaksa ya da silahlı mücadele bırakılıp şimdiye kadar yürüttüğümüz siyasi ve toplumsal mücadeleyi tek mücadele yöntemi olarak belirleyeceksek, bu ancak Önderlik sayesinde olabilir, Önderlik gerçekliğiyle olabilir, Önderliğin yön vermesiyle olabilir.
Kongreyi toplayabiliriz ama bu karar çıkmaz
Ve bu şöyle de olamaz. Mesela biz özellikle Önderliğin esaretinden sonra katılan bir kesim arkadaşla çalışmayı yürütüyoruz. Bu sahada direnen, o büyük fedakarlıkları sergileyen arkadaşlarımızın hepsi, Uluslararası Komplo’dan sonra katılmış, Önderliğin özgürlüğü temelinde söz vermiş, bunun intikamını almak için kendini eğitmiş arkadaşlardan oluşuyor. Bir sosyal psikolojik gerçeklikten bahsediyorum, bu şaka işi değil, insanların canını ortaya koyduğu bir gerçeklikten bahsediyorum.
Önder Apo, İmralı’da fiziki olarak esaret altında olduğu müddetçe kimse rahat rahat gezemez. Diyelim ki yaptık, öyle bir karar da çıktı mesela, -ki çıkmaz- kimse bize bu kararı aldıramaz, kongreyi toplayabiliriz ama bu karar çıkmaz, onun anlaşılmasını istiyorum. Çıksa da kimse bu gençliği durduramaz, bunun iyi anlaşılması lazım. Bunu yapabilecek tek gerçeklik, Önderlik gerçekliğidir. O yüzden de Önder Apo’nun gerçekten koşullarının değişmesi lazım. Onun fiziki özgürlüğünün sağlanması, umut hakkı deniliyor ya… Bence onu bile tartışmamız çok gerekmiyor ama halen İmralı’da koşullar aynıdır. Halen Adalet Bakanı’nın izniyle gidiş geliş oluyor, böyle olamaz ki. Bir de kalkmış o Adalet Bakanı pişkin pişkin diyor ki “Bizim mevzuatımızda yoktur.” Bu kadar, işin ağırlığı budur. Böyle olamaz, Önder Apo esaret altındayken biz özgürüz diye dolaşamayız. Bu bir şart değil bir gerekliliktir, bir realitedir, bir gerçeklikten bahsediyoruz.
İktidarın sürece yönelik hazırlığı yok
Sen hem diyeceksin ki, ‘gelsin umut hakkından yararlansın, gelsin DEM sıralarında siyaset yapsın’, böyle üst perdeden söyleyeceksin, sonra da hiçbir adım atmayacaksın, hiçbir gelişme yaşanmayacak bu konuda. Bunun emaresini görmeyeceksin, bu konuda herhangi bir sıradan açıklama bile yapmayacaksın, dilinin üslubunu bile değiştirmeyeceksin; sonra da diyeceksin ki, ‘Sen kongreyi yapmadığın için süreci sabote ediyorsun.’
Şimdi ben soruyorum vicdanlı insanlara. Sabote eden kimdir? Oyun oynayan kimdir? Derler ya, bizim aklımıza, yüreğimize bu tedirginliği, bu sorgulamaları, bu soruları sokan kimdir? Biz gerçekten iyi niyetle ve Önderliğimize olan derin bağlılığımızla Önder Apo’nun ortaya koyduğu perspektifi pratikleştirmek istiyoruz. Bu konuda halkımızın da dostlarımızın da bu meselenin ciddiyetini kavrayan tüm duyarlı çevrelerin de hiçbir şüphesi olmasın. Fakat bu da böyle bir oldu bitti hikayesi olamaz. Bunun doğru anlaşılması lazım. Çok zordadır, dardadır, buna çok ihtiyacı vardır gibi bir durum yoktur. Bu sürecin çok iyi anlaşılması lazım gerçekten. Bölgede bu kadar gelişme varken, bu kadar risk faktörü varken, Kürtler üzerinde bu kadar hesap varken ve Önderlik böyle bir fırsat kapısı açmışken Türkiye açısından gerçekten tarihsel olarak Türk ve Kürt ittifakıyla Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girilebilir. Böyle bir süreçte de olması gereken, karşı tarafın, iktidarın daha hazırlıklı olmasıdır. Hazırlıkları yoktur. Özellikle bu sürecin yasal ve siyasal, hukuki zeminlerinin hazırlanması, siyasal ve hukuki gerekliliklerinin yerine getirilmesi gerekir. Bu olursa elbette ki Önderliğimizin ortaya koyduğu irade Türkiye’yi demokratikleştirerek özgür bir ülke haline getirme gücüne sahiptir.
Paradigmamız farklı, dünyaya bakış açımız farklı
Konuyla bağlantılı olarak; şu da aslında tartışılıyor bazı kesimler tarafından. Anlamaya çalışan kesimler var bu süreci. Çünkü belirtildiği üzere ortada henüz somut atılmış bir adım yok. Haliyle birçok kişi, birçok kesim bu sürecin karakterini anlamaya dönük bir çaba içerisinde. Haliyle şöyle sorular da gelişiyor. Partinize dönük de gelişiyor: “PKK’nin kazandığı nedir? Hiçbir şey almadan mı bu kadar karar alınacak? Silahlar bırakılacak, parti feshedilecek?” Bu da anlaşılmayan bir husus. Bazı kesimler gerçekten anlamak için bunu soruyorlar. Anlam veremedikleri için öğrenmeye çalışıyorlar. Bazı kesimler de belki de farklı niyetlerle bu tür konuları bir dönemde tutma çabası içerisine girebiliyor. Ama ne olursa olsun, bu soruların sorulmasına uygun bir zemin var.
Bu önemli bir konu. Biraz anlatmaya çalışıyoruz meramımızı ama devletçi paradigma, devletçi bakış açısıyla yaptıklarımız çok anlaşılamaz. Mesela bize bunu söyleyen kesimlerin birçoğu -gerek sol sosyalist cenahtan olsun gerek ülkücü milliyetçi yapılardan olsun- “Bu kadar 50 yıllık mücadele yürüttünüz, bu kadar bedel verdiniz, 40 bin şehidiniz var, her alanda gaziniz var, bu kadar şehit yakınları var, fakat somut elinize ne geçti?” şeklinde bir yaklaşım sergiliyorlar. Bu yaklaşımlar aslında özünde bizden devletçi çözüm bekliyor. Neden devletçi çözüme yürümüyoruz, neden bir devlet talep etmiyoruz? Buna devlet diyelim, federasyon diyelim, çeşitli özerklik modelleri diyelim, ne derseniz deyin ama esas verilmek istenen mesaj, devletçi sistem içinde kendinize niye yer açmıyorsunuz, yaklaşımıdır. Bu konuda paradigmamız farklı, dünyaya bakış açımız farklı, özgürlük anlayışımız farklı.
Beşinci savunmayı herkes okumalı
Bizim demokratik toplum değerlendirmemiz, demokratik toplum kavramsallaştırmamız ve bunu sistematize etmemizle, işte burjuva demokrasiler içerisindeki demokrasi anlayışı, kavramı, bunun kullanılma biçimi aynı değil. Mesela demokrasi aslında en genel anlamıyla halkın yönetimi demek, halk iradesi demek. Gerçekten biz radikal düzeyde halkın yönetimini savunuyoruz. Halk yönetimi olmalı ve bunun devletle olamayacağını savunuyoruz. Devletin kendisinin sınıf yarattığını, sınıflara dayandığını, ekonomik sömürü olmadan, toplumsal artıya el koymadan devletin var olamayacağını ama bunun da köleliğin, köleleşmenin, sınıflaşmanın, tabakalaşmanın, kastlaşmanın ana nedeni olduğunu savunuyoruz. Bir o noktadan bakmak ve öyle değerlendirmek lazım. O yüzden ben bir kez daha beşinci savunmanın okunmasını öneriyorum. Mümkünse her 5 savunma da okunsa iyidir. Çünkü diğer dört savunma, aslında beşinci savunmanın kavranması açısından tarihsel, felsefi ve bilimsel olarak gerekli verileri sunuyor okuyanlara.
İkinci olarak 5’inci Savunma’da ikinci bölümde bir değerlendirmesi var. Ben onu burada paylaşmak istiyorum, aklımda kaldığı kadarıyla. Önderlik PKK’yi şöyle tanımlıyor; “PKK çıkışında iki amaç taşıyor. Bir, Kürtlerin varoluşu; iki, kurtuluşu. Kurtuluş amacı vardı. Diyor; evet, kurtuluş görevleri tam anlamıyla yerine getirilmedi birçok yönüyle, eksik kaldı. Fakat PKK’nin en önemli özelliği var kılıcı özelliğiydi. PKK yok edilen bir halkı mezardan çıkarıp var kıldı. O yüzden PKK şimdi değil, PKK olarak ‘90’larda biz kazandık, ‘90’larda Kürt halkının doğuşunu, diriliş gerçekleşti dedik; işte sıra kurtuluşta. O anlamıyla hiç kimse PKK’nin Kürt toplumuna kazandırdığı şeyleri inkar edemez. İnkar edenlerin bilelim ki art niyetleri vardır, başka güçlerin hizmetindedir, o amaçla da argüman üretiyorlardır.
Bugün eğer dört parça Kürdistan’da, Ortadoğu’da bu kadar stratejik konumda olan bir halk gerçekliğinden bahsediyorsak -ki işte Başûrê Kurdistan meselesi var, o bile PKK’nin yürüttüğü mücadelenin yan sonucu olarak açığa çıkmıştır- Rojava’da bugün kendi iradesiyle devrimci halk savaşı stratejisiyle ayakta kalan, katliamları durduran, bölge halklarına umut olan bir bölge olmuştur. Buna kaynaklık eden Bakurê Kurdistan’daki aralıksız, soluksuz, nefes nefese yürüyen görkemli halk direnişidir. Ya bakın, Bakurê Kurdistan’da Kürt halkının başına gelmeyen kalmadı. Yapılmayan şey kalmadı. Ama yine de Newroz’da gördük ki, Kürt halkı Newroz’da düşmanın inadına, gözüne sokarcasına varlık duruşunu ortaya koymuştur. Bundan daha büyük kazanım mı var?
Türkiye’nim demokratikleşmesini istiyoruz
İkinci bir şey de şunu da çok söylüyorlar: ‘İşte bu kadar antidemokratik uygulamaların olduğu bir Türkiye’de siz bu iktidarla nasıl bir ilişki içerisinde bu adımları atacaksınız?’ Ya da işte şöyle algılanıyor; bu adımlar atılırsa sanki mücadele duracak gibi. Değil. Biz mesela şöyle bir gerçeklik içinde değiliz, kimse öyle anlamasın. Biz ne iktidar tarafındayız ne muhalefet tarafındayız; öyle bir durumumuz yoktur. Biz Türkiye’nin demokratikleşmesini istiyoruz. Bütün sorunların da bu çerçevede çözülmesini istiyoruz. Bunun mücadelesini de sürdüreceğiz. Demokratik toplumu, demokratik ulusu açığa çıkarana kadar Türkiye’de bunun mücadelesini yürüteceğiz. Herkesin bunu bilmesi lazım. Mesela muhalefet tarafından şöyle şeyler söyleniyor: “İktidarla uzlaşıyor Kürtler.” Böyle bir panik var, böyle bir karalama var. İktidar cephesinden de “CHP tabanıyla bakın, kent uzlaşısı yaptılar bilmem ne yaptılar,” gibi söylemler var. Orada da milliyetçiliği kaşıyan, hortlatan, öyle bir tablo açığa çıkıyor. Ben, muhalefetin içine sızmış bir yapı olarak görüyorum bu milliyetçi yapıları da. Öyle değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Fakat sonuçta ne oluyor? Kürt, Kürt toplumu değil mi, demokratik siyaseti savunanlara “Siyaset yapamazsın” denilmek isteniyor. Ya oradan olacaksın ya buradan olacaksın. Bu üçüncü yol siyaseti denilen şey tam da burada devreye giriyor. Şöyle anlaşılmalı: Biz Türkiye’de demokratik mücadelenin öncü gücüyüz. Böyle anlaşılmalı. Nerede demokrasi mücadelesi gerekliyse biz oradayız, onun mücadelesini yürüteceğiz. Bu şimdiye kadar da böyleydi. Bazı demokratik çevrelerin kaygıya düşmesini biz anlıyoruz: “Peki, acaba silahları bırakırsa, bilmem ne olursa mücadeleyi bırakıyor mu?” Çünkü son elli yıldır demokrasi mücadelesi bizim sırtımızdan yürüyor. Evet, bundan sonra da biz bunu onurla taşıyacağız. Demokrasi mücadelesine öncü olacağız. Kimsenin bundan şüphesi olmasın.
Kamplaşma çok üst boyuta
Türkiye’de kamplaşma çok üst boyuta geldi. Bunu ortaya çıkaran, her şeyden önce iktidarın yürüttüğü siyasettir. Bunu böyle tanımlamak lazım. Kürtlerle mücadele etme adına Türkiye’de her şey kutuplaştırıldı. Kürt hareketini tasfiye etmek için, bizi tasfiye etmek için aslında böyle bir kutuplaştırma siyaseti yürütüldü. Her şey bunun üzerine inşa edildi. Sonuç, gelinen noktada Türkiye’nin büyük çoğunluğunun iktidardan artık duyduğu güvensizliktir. Oysa mesela AKP iktidara gelirken de öyle gelmemişti. Başta Kürtler olmak üzere onları yanına almak istemişti; Kemalistleri yanına almak istemişti. Vardı böyle bir çabası. Mağdur olarak gelmişti. Alevilerle “Alevi açılımı” yapacağım demişti. Hemen hemen herkesi bütünleştirici bir dili vardı. Fakat özellikle bu son on yıldır, dediğim gibi, “çöktürme eylem planı” devreye girdikten sonra Erdoğan’ın kendisi bir savaş komutanı edasıyla yürüttü ve böyle kutuplaştırma siyaseti yaptı. Bunun birçok sonucu oldu. Bir, bu toplumsal kesimlerdeki güvensizliği derinleştirdi. Sadece CHP kanadı açısından söylemiyorum. Gerçekten de mesela bu İmamoğlu olayı etrafında Türkiye’de sokaklara dökülenlerin hepsi İmamoğlu için sokağa dökülmedi. Böyle değil yani. Bunun çok iyi okunması lazım. Ciddi bir toplumsal muhalefet var, rahatsızlık var, güvensizlik var.
Mesela Türkiye, Suriye’de etkili bir güç olduğunu söylüyor ama Aleviler katlediliyor. Bu acaba kendi ülkesindeki Alevileri nasıl bir yaklaşıma sürüklüyor? Yine mesela, cumhurbaşkanı olduğunu söylüyor ama bir partili olarak hareket ediyor ve Türkiye’nin önemli bir kesimini dışlıyor. Böyle bir gerçeklik vardır. Bu anlamıyla esas pay, iktidarın tutumundan kaynaklıdır. Bunu öyle görmek lazım. Fakat buna yaklaşım nasıl olmalı? Mesela nasıl değerlendiriyoruz biz hareket olarak? Az önceki sorunun cevabını kısmen tekrar ederek: Gerçekten bu sorunların hepsi Türkiye’nin demokratikleşme sorunlarıyla ilgilidir. Antidemokratik bir Türkiye’de hiç kimsenin hakkı yoktur, hukuku yoktur, garantisi yoktur. O yüzden biz şöyle bir denklem kurmuşuz; bizim diyalektiğimiz böyledir. Bunu kabul eden var, etmeyen var. Fakat nasıl ki kadın sorunu toplumun özgürlük düzeyini gösteriyorsa, Türkiye’de de Kürt sorunu demokratikleşmede gelinen düzeyi gösterir. Bu çözüldüğü oranda İmamoğlu sorunu da çözülür, kayyum sorunu da çözülür. Kayyum atamaları olmaz. Bu kutuplaştırıcı, düşmanlaştırıcı dil ortadan kalkar. Tartışma iklimi gündeme gelir. Bu, ancak demokratikleşme mücadelesiyle olur. Elbette nerede haksızlık varsa, nerede hukuksuzluk varsa, nerede demokrasi sorunu varsa, demokratik siyaset orada da kendisini bir irade olarak hissettirir. Böyle olmalıdır.
Fakat kimse de bizden taraf tutma, birilerinin yanında yer almayı beklememeli. Öyle değil. Gerçekten kim demokrasiyi, demokratikleşmeyi savunuyorsa, o temelde ele alınmalı. Bu bağlamda şunu da söyleyerek tamamlamak istiyorum. Mevcut CHP yönetimi, Özgür Özel ekibi, gerçekten bazı değişimleri yapmak istiyor. O gözlemleniyor gerçekten. Kürt sorunu konusunda da cesur adımlar atmak istedikleri anlaşılıyor. Kendi içlerinde “ulusalcı” dedik geçen sefer ama nasıl milliyetçi, aslında Kemalizmin en sağ yorumu diyebileceğim, öyle bir kesim var. Fakat şimdi belli bir bütünlük sağlandı. CHP içerisinde aslında iktidarın bu hamlesi, CHP’ye bir bütünlük kazandırmış gibi gözüküyor. Bu olumludur. Kendi içiyle uğraşan bir CHP’dense, bazı hedefler çerçevesinde mücadele eden bir muhalefet, elbette ki Türkiye halkı için daha faydalı bir denge unsuru haline dönüşebilir. Bunu sağlayabilirler.
Kemalizmin de doğru yorumlanması lazım
O noktada ben şunu söylemek istiyorum. Gerçekten Kemalizmin de doğru yorumlanması lazım. Bu konuda en yaratıcı farklı yorumu yine Önder Apo yapıyor. Bunun incelenmesini tavsiye ediyorum ben. Mesela işte 1920’ler Türkiye’si, 21’inde aldığı karar, 24’ünde aldığı karar, daha sonra Atatürk’ün Çankaya’ya hapsedilmesi, onun sonrası Kürtlere dönük yürütülen tasfiye operasyonları, Kürt isyanlarını bastırmaya dönük yürütülen saldırılar, giderek Cumhuriyet’in birinci döneminin tam bir Kürt soykırımı dönemine evrilmesi… Acaba işte çok savunulan Mustafa Kemal’i böyle bir ikon haline getirmek, putlaştırmak, ona her türlü sıfatı vermek iyi hoş da ama bir faydası yok. Eğer gerçekten Kemalizme ya da Mustafa Kemal çizgisine bağlı kalınacaksa, onun Cumhuriyeti hangi temellerde kurduğunu daha iyi işlemeli Kemalist kanat. Yani CHP daha iyi tartışmalı bunu. Daha önce Önderliğimiz de bir değerlendirmesinde; “Mustafa Kemal olsaydı biz bu sorunu daha erken çözerdik” demişti. Gerçekten daha erken çözülürdü yani. Asla bu kadar kendi içini tüketen ya da kendi enerjisini içe harcamasına izin vermezdi.
Konjonktürel nedenlerle Mustafa Kemal’in verdiği tavizler var. Bunu görmek lazım. Evet, belki bir ideolojik karmaşa da yaşıyor olabilir, tam netleşmemiş olabilir ama aslında işte 1919, 1920, 1921 arası değerlendirildiğinde, nasıl Kürtlere dayandığını, Kürdistan’a dayandığını, Erzurum ve Sivas Kongrelerine dayandığını, bu temelde çıkış yaptığını, Kurtuluş Savaşı’nı bu temelde örgütlediğini, başta muhtariyeti, özerkliği Kürtler açısından tartıştığını… Herhalde diğeri kadar bu da gerçektir.
Hangisini tercih edecek CHP cenahı? Böyle Kurtuluş Savaşı’nı kazanmaya yol açan bir Mustafa Kemal gerçekliğini mi, yoksa 1924’ten sonra Kürt inkârıyla, o anayasayla Çankaya’ya hapsedilmiş, eli kolu bağlanmış bir Mustafa Kemal gerçekliğini mi tercih etmeleri lazım? Onu söyleyebilirim. Eğer bu temelde gerçekten söylediklerine sahip çıkarlarsa hem Türkiye’nin 22. yüzyılında muhalefet olarak rol oynayabilirler hem de öz eleştiri vermiş olabilirler.
Suriye’nin İsrail ile Türkiye arasında kapışma alanına dönüşme riski var
Ortadoğu’da kapitalist sistemin hegemonik çekirdeği olarak İsrail’in öne çıkacağını ve politikaların ona göre şekilleneceğini ifade etmiştik. Ayrıca Türkiye’nin de bölgede bir hegemonya kavgası var; böyle sürerse bunlar karşı karşıya gelir demiştik.
Süreç de bizi doğruluyor, bu tespitleri doğruluyor. Elbette ki bu tespitler yine Önderliğimizin 5. Savunmasında da yıllar öncesinden yapılmış tespitlerdi. Çünkü Dünya Savaşı gerçekliği ve bunun olasılıkları üzerinden değerlendirilen hususlardı. Genel noktada da şimdi İsrail ile Türkiye’nin karşı karşıya geldiği görülüyor. Bu şöyle bir durum değil, dönem dönem mesela Türkiye ile İsrail karşı karşıya gelmiştir. Danışıklı dövüş gibidir yani. Böyle süreçler olmuştur. Çünkü aslında birbirine varoluşsal olarak -ontolojik olarak- inşa edilirken birbirine bağlanmış iki devletten bahsediyoruz. Türkiye’nin kuruluşu İsrail için oldu. İlk ulus devletlerden biriydi İsrail, ondan sonra inşa edildi. Ve Türkiye’ye NATO içerisinde verilen desteğin önemli bir kısmı hep bunun içindi. Fakat gelinen noktada değişen Ortadoğu dengeleri, İsrail’in kendisini yeniden yapılandırması ve “dominant çekirdek” olarak öne çıkması bazı konularda çelişki yaşamalarını açığa çıkarıyor. Bunu öyle görmek lazım. Böyle sahte bir çelişkiden öte Ortadoğu pastasından pay kapma savaşı olarak görmek lazım. Bunun ilk sahnesi Suriye’de görülüyor. Suriye’de etkinlik mücadelesi var. Zaten Esad rejiminin yıkılmasıyla Güney Suriye’yi hemen işgal etti. Diğer alanlarda da Türkiye etkin olmaya çalıştı, öyle yansıdı, öyle yansıttı. Böyle heyetler gitti geldi. En son yine Şara’nın Türkiye’ye geleceği söyleniyor.
Şöyle bir izlenim edindik: Aslında Suriye üzerinden İsrail ve Türkiye’yi uzlaştırma çabası da Amerika’da var. Türkiye de bunu aslında istiyor. Fakat çıkar kavgasında tam anlaşamıyorlar. Pay noktasında anlaşamıyorlar. Ben bu konuya ilişkin şunu söyleyebilirim: Türkiye hem içte hem de dışta güvenlik politikası üzerinden siyaset üretti son yıllarda. Buna da bizi gerekçe yaparak Irak’a girdi, bu şekilde Suriye’ye girdi, bu şekilde bu argümanlarla hareket etti ve kendisini askeri olarak yapılandırdı. Siyasetini buna dayandırdı. Bunun tarihsel başka nedenleri de olabilir. Bu ayrıca tartışılabilir.
Türklük sosyolojisi, Türklüğün gelişimi, Türklerde devlet geleneğinin gelişimi, Türklerde devletçilik olduğu… Bunlarla da bağlantılı yönleri var. Ama güncel olarak da böyle bir siyaset izlendi. Şunu söyleyebilirim: Bu güvenlikçi politikayla yürütülen siyaset, sonuçta askeri olarak güçleri karşı karşıya getirir.
Türkiye’nin bölgedeki etkinliği esas olarak aslında demokratikleşme üzerine olsa, halkların tanınması üzerine olsa, mesela bir barış politikası üzerine olsa, o zaman bu tür saldırılar ve bu tür savaş senaryolarını engelleyebilirdi. Fakat bunu değil de güç yarışında askeri politikaları öncelediği için öyle görünüyor ki tehlike devam ediyor ve bu aşılmış değil, gerçek bir tehlike. Biz bunları söylerken bazıları sanki Türkiye’yi korkutmak için söylediğimizi düşünüyor, bize öyle yansıyor. Gerçekten öyle değil. Mesela şu anda Ortadoğu Savaşı şu noktaya geldi: Türkiye ile İsrail arasındaki çekişmeye geldi, hedefte İran olduğu söyleniyor, hatta süre veriliyor. İran açıklama yaptı, yeni: “Savaşa da hazırız.” diye açıklama yaptı. Trump açıklama yaptı: “Eğer nükleer programda geri adım atmazlarsa, anlaşmazlarsa bizimle askeri seçenek devrede.” dedi. Bir hazırlık olduğu yoğun olarak tartışılıyor. Buna mukabil İran yine açıklama yaptı: “Türkiye, bak, eğer içinde olursan seni vururum,” dedi, “seninle savaşırım.” dedi. Trump okyanus ötesinden Türkiye’ye “Ortadoğu politikalarını ben seninle yürütmek istiyorum” dedi. Kısacası Türkiye üzerindeki risk çok büyüktür. Sıra gerçekten İran’a mı gelmiş, Türkiye’ye mi gelmiş, tam belli değildir. Bunu böyle ciddiye almak lazım.
30 yıl öncesinin Ortadoğu dengeleri yok
Bir 20 yıl öncesinin, 30 yıl öncesinin Ortadoğu dengeleri yok. Zamanımız olsa mesela onu da tartışabiliriz. Dünya sistemi çöküyor. İşte Amerika’da bugün olanlar sadece ekonomik çöküş değil, başka bir şey oluyor. Mesela tüm analistler, uzman ekonomistler şunu söylüyorlar. Şöyle vurguları var: “1. ve 2. Dünya Savaşı’ndaki yaşanan dönemlere benziyor.” O buhran dönemlerine benzetilen değerlendirmeler var. Bunun sonucunda doğan yeni bir kapitalist sistem ilişkileri oldu. Şimdi de dünya sistemi çöküyor, kapitalist sistem çöküyor. Ne doğacağı da belli değildir. Bu nedenle hak yoktur, hukuk yoktur, ülke yoktur, ahlak yoktur. Belki de tarihimizin gördüğü en kuralsız dönemlerden bir tanesinden geçiyoruz: “Orman kanunu.”
Gerçekten Filistin halkının içine itildiği durum çok kötüdür. Trump öyle bir video yayınladı değil mi? Utanç verici! “Parayla Gazze’yi satın alacağım” dedi, “Parayla Filistinlileri toprağından edeceğim” dedi, “Orayı bilmem lüks oteller zincirine…” Bu çok ağır bir aşağılama. Paranın hükmettiği dünya, finans-kapital… Biz diyorduk; vahşi kapitalizm çağı. Hani kapitalizmin ilk geliştiği dönemler öyle tabir edilir ya; vahşi kapitalizm. Böyle talan, sömürge. Hem halkların köleleştirilmesi hem de işte işçi sınıfının en ağır koşullarda 18 saatlik çalıştığı dönem… Ama ben iddia ediyorum ki bu dönem o dönemleri aratır durumdadır. Çünkü hiçbir değer bırakılmadı. Parayla bir ülkeyi satın almayı, bir halkı yerinden etmeyi, güçlü olduğu için bir gecede binlerce insanı öldürmeyi yapabiliyorlar.
Mesela şöyle bir durum vardı. Şu anda bu sistemin başı ABD’dir, kapitalist sistemin başı ABD olarak görülüyor. Bir ABD hikayesi yarattılar 2. Dünya Savaşı’ndan sonra. Bunu da büyük oranda Yahudiler yarattı. O katliamdan kurtulanlar yarattı onu. “Demokrasi ülkesi!” Aslında ABD, Avrupa’dan, diğer yerlerden giden göçmenlerin kurduğu bir ülkedir. Oranın yerli halkının katliamı üzerine yükselmiş bir ülkedir. Hatta neredeyse aforoz edilmişlerin kurduğu bir ülkedir. Evet, aynı zamanda öyle bir ülkedir.
Bir “Amerikan rüyası” yaratıldı biliyorsunuz 2. Dünya Savaşı’ndan sonra. Bunda da tabii ki katliamdan geçen, hani Yahudi soykırımından geçen insanların, o katliam sonrası Amerika’ya kattıkları bir katkı da vardır. Fakat şimdi günümüzde öyle bir rüyadan değil de bir kabustan bahsedilebilir. Gerçekten mevcut durumda Amerika’nın başta Gazze olmak üzere halklara karşı uyguladığı politika kabul edilemez. Ve ben şunu söyleyebilirim. Onu orada öyle yapan, Türkiye’ye neler yapmaz ki! O anlamıyla şunun anlaşılması lazım Suriye açısından. İsrail ve Türkiye’nin kapışma alanına dönüşme riski var. Bu konuda evet, Türkiye belirttiğiniz çerçevede hareket ediyor. Karşı karşıya gelmek istemiyor, buna gücü de yok. Aslında bundan ürken, Türkiye’de çok önemli bir kesim de var. Böyle bir durumun Türkiye açısından felaket olacağını düşünenler de var. Bundan kurtulmanın tek yolu -onu söyleyebilirim- gerçekten demokratikleşmedir. Ve dış güçlere bağlı kalmadan kendi güvenliğini almaktır. Ben bunu sadece Türkiye için de söylemiyorum. Suriye’deki halklar için de söylüyorum. Bu mevcut ABD yönetiminin Amerika’yı nereye sürüklediği belli değil mevcut durumda. Zaten protestolar üst düzeyde devam ediyor, bunun nereye varacağı da belli değil. Ama bir de bu dünya sisteminin bu kadar çözülmüş olması, halkların, kadınların, gençlerin kendi seçeneğini yaratmasına fırsat sunuyor.
Evet, böyle bir şey güçlendiriyor ama bu ancak örgütlenmeyle, kendi öz gücünü açığa çıkarmayla, kendi güvenliğini kendisi almayla başarılabilir. Bakın birkaç gün içerisinde Suriye’de binlerce Alevi katledildi. Bir-iki kınamayla geçiştirildi. Bu çok ağır bir durum. Bu kadar kimsenin kimseden hesap sormadığı bir dünya gerçekliğinden bahsediyoruz. O yüzden tüm halklar; Türkiye halkı da Türk halkı da, Fars halkı da Arap halkı da Aleviler de Dürziler de tüm toplumsal kesimler, daha fazla demokratikleşme, kendini güç haline getirme, kendi güvenliğini kendisi alma, halklar arası ilişkileri güçlendirme temelinde hareket etmeli. Diğeri egemenlerin çıkar kavgasıdır. Bu tehlikeli bir düzeyde devam ediyor. Değerlendirmelerimizden ortaya çıkan bir sonuç ki aynı zamanda bu, Önder Apo’nun da bir tespiti ve tezidir. Kapitalizm çağında savaşların, devlet ve sermaye güçleriyle (kültürüyle, daha doğrusu) toplumsal kültür arasında cereyan ettiğini; bunun ötesinde farklı uygarlık güçleri arasında bir uygarlık krizinin yaşanmadığını; esas çelişkinin, toplumsal kültür ve devlet kültürü arasında geliştiğini gösteriyor aynı zamanda.
Peki güncelde bunun da çok sayıda sonucu var. Sadece otoriterleşen yönetimler, halka karşı herhangi bir utanç duygusu hissetmeksizin bazı iktidar pratikleri uygulayan liderler -Trump gibi mesela, Türkiye’de Erdoğan gibi, dünyanın başka yerlerinde Putin gibi- liderlerin ortaya çıkışı… En son Trump’ın aldığı gümrük tarifeleri, yeni düzenlemeler… Tüm bunlar aslında tam da 2’nci ve 1’inci Dünya Savaşı’nın yaşandığı biçimiyle sıcak bir dünya savaşının öngünleri olarak değerlendiriliyor son günlerde.
Demokrasi ve örgütlü toplum ilkesi
Demokratikleşme, örgütlü toplum demektir. Örgütlü toplum olmadan, kimlikler, farklılıklar, eğitimler, kendilerini örgütlemeden demokrasi olamaz. Aynı zamanda bilinçli toplum demektir demokratik toplum. Öncelikli olan örgütlü olabilmektir. Örgütlü olanın gücü vardır. Önderlik hep şunu söylüyordu: Napolyon, ulus devletin babası olarak bilinir, onun uygulayıcılarındandır, hep onun arayışı içerisinde olmuştur.
Napolyon’un en ünlü sözü nedir? “Para, para, para.” Bugün günümüzdeki dünyayı da özetliyor aslında. Önderlik gördü bunu, “ben de diyorum ki “Örgüt, örgüt, örgüt” dedi. Çünkü örgütle her şeyi kazanabilirsin. Toplumsallığını kazanabilirsin, toplumsallaşabilirsin. Onunla toplumsallaştıkça, toplumsallık neyi gerektirir? Bir kültürü gerektirir, bir ekonomiyi gerektirir. Örgütlenmeyi, bir irade olmayı, siyaset yapmayı, karar almayı gerektirir. Bunlar kendiliğinden gelir. İki kişinin yan yana geldiği andan itibaren, eğer anlamlı bir yaşam peşindeyse, onların kuracağı şey aslında demokratik toplum olur.
O anlamıyla ilk ilke budur: Demokrasi ilkesi, örgütlü toplum ilkesi. Bunun günümüzdeki, eğer biz bu Üçüncü Dünya Savaşı’na karşı alternatif bir sistem inşa edeceksek, kurguluyorsak, arıyorsak, bunun merkezinde kadın özgürlüğünün olması lazım. Neden kadın özgürlüğü? Bu sadece bir şey olsun diye söylemiyorum, “Kadınlar çok ezildiler, kadınlar potansiyel olarak…” bundan dolayı değil. Kadın aslında devlet inşa edilirken ilk mülkiyet nesnesi haline getirilen varlıktır. Kadın köleliği geliştirilmeden sınıflaşma ve genel toplumun köleliği geliştirilmemiştir. Eğer biz toplumsal özgürlüğü yeniden tanımlayacaksak ve inşa edeceksek, Üçüncü Dünya Savaşı gerçekliğine karşı -riski demiyorum, biz zaten bunun içindeyiz- … Kimse 1. ve 2. Dünya Savaşı’ndaki gibi kitlesel orduların karşı karşıya geldiği bir savaşı beklemesin. Ama büyük kitlesel silahlarla toplu kıyımların yapılabildiği, çeşitli güçlerin işgal yaptığı, el koyduğu, bunları beklesin, evet. Ama işte Fransa ile İngiltere’nin karşı karşıya geldiği, Almanya ile bilmem nerenin karşı karşıya geldiği gibi bir dünya savaşından bahsetmiyorum. Öyle bir dünya savaşı gerçekliği yok. Ağırlıkta ekonomik savaşlar, işte görüyorsunuz, bir şey tetiklendi gümrük vergilerinin arttırılmasıyla ABD’de. Çok ciddi bir kriz çıktı, bir dalgalanma var. Ama bu, başta da yoksul insanın, ezilenin, emekçinin sırtına daha ağır bir yük olarak gelecek. Daha çok insan işsiz kalacak, daha çok insan fakirleşecek. Dünyada gelir uçurumu daha fazla derinleşecek. Bunun da yeni sosyal patlamalara ve savaşlara yol açacağını insan rahatlıkla söyleyebilir. O yüzden de kadın özgürlüğüne dayalı, özgür kadın gerçekliğine dayalı yeni bir sistem arayışını yoğunlaştırmak ve bunun etrafında bu demokratik toplumu inşa etmek, demokratikleşmeyi bunun üzerine inşa etmek gerekli.
İkinci olarak da onu söyleyebilirim: Elbette ki her yerde direniş halinde olmak lazım. Üçüncü görev de bu. Bunu şöyle söyleyebilirim. Her alanda direnmek, baskı nerede varsa orada direnmek bir. İkincisi de bu savaş gerçekliğine karşı -çünkü savaşları meşrulaştırmak için kapalı toplumlar yaratılmak isteniyor, milliyetçilik körükleniyor- Faşizm böyle ulus devletin tekçi anlayışına dayanarak kendini ayakta tutmaya çalışıyor. Buna karşı barış hareketlerini geliştirmek gerekiyor; halklar arası. Birlikte geliştirmek lazım. Eğer mesela diyelim ki Türkiye’de biz bir değişim geliştirmek istiyorsak, bunu Türkiye halkıyla birlikte yapmamız lazım. Diyelim ki İran’da bir gelişme yaratmak istiyorsak, biz bunu Fars toplumuyla birlikte yapmalıyız. Suriye’de Arap halkıyla, diğer farklılıklarla birlikte yapmalıyız. Diyelim ki Amerika’da yapmak istiyorsak, Amerikan halkıyla birlikte yapmalıyız.
Anlaşılsın diye söylüyorum. O anlamıyla 3’üncü Dünya Savaşı gerçekliği ve kapitalist modernitenin insanlığa karşı saldırılarına karşı çok geniş bir eylem programı mümkündür. Çok zengin yöntemler mümkündür. Ekolojik hareketlerden feminist hareketlere, gençlik hareketlerinden sınıfsal direnişlere… Çok zengin bir yelpazede eylem yapmak ve mevcut tekelci saldırıları geriletmek, devleti küçültmek, toplumu büyütmek, demokratik toplumu sistemleştirmek mümkündür.”