Köklerine dayandığı kadar akışa inanan bir bellek

Düzenden sonsuz boşanmak her şeyden önce bellek ister. Bellek hafıza ya da tarihi bilinç anlamına geliyor. Kendi kendini olay ve olgular üzerinden tekrar eden bir bellek değil, her gün yeniden doğan hayat dolu bir bellek ister.

NAGİHAN AKARSEL

Köklerine dayandığı kadar akışa inanan bir bellek... Çünkü bellek köklü ve akışkan bir aktarımdır. Sana devredileni olduğu gibi korumayı değil, onun özünü özüne katarak zamanı ve mekânı anlamayı ifade eder. Çatalhöyük’teki Mak’ı , Grê Êyndara’daki  İştar’ı, Göbeklitepe’deki Dara Miraz’ı  şimdi de anlamayı ve nesnenin ötesinde özünün bileşeni olduğunu bilmeyi gerektirir. Çünkü bellek ne saklanılacak gizli bir köşe ne bir sığınak ne de tanımlanamayan bir geçmiştir. “Ol”, “Om”, “Ab” seslerini güncellemek kadar, yukarda bahsettiğimiz seslerin ve bahsedemediğimiz daha nicesini anlamayı ister. Bu sesleri ve doğu sosyolojisinde henüz farkında olunmayan nice yaşamsal bilgiyi aramayı gerektirir.

Benliğinin bölük pörçük parçalarını birleştirme arayışında olan insanın anlam arayışı buradan beslenebilir. Çünkü doğuda yaşam felsefe ve sosyolojinin iç içeriğinde gelişir. Bilim bu yaşamın anlamını anlamaya ayarlıdır. Çünkü oluş varlık ile yokluk, parçacık ile dalga, canlılık ile cansızlık, aynılık ile çeşitlilik arasındaki düalistik karakterden gücünü alır. Enerji bu düalitelerin bir araya gelmesidir. Evren ve doğa bu dualiteden beslenerek sınırsız hareket halinde olan bir oluşu ifade eder. Bu oluşun belleğini an’da anlamanın yolu ise yerin yüzüne dokunmaktan geçer. Mekânın ruhu, gezegenin vadedilmiş toprağında kendini aramayı salık verir. Ve bu en çok anlam ile olur.

Anlam yeni doğmuş bir çocuğun gözlerindeki ışıltı gibi apaydınlık bakışlar ile ilham verir. Derin bir merak duygusu bu bakışlara eşlik eder. Gözleriyle kendini anlatan insanın inanç dolu, sevgi yüklü bakışları bu parıltıyı taşır. İnanç ve sevgi tek yönlü, maddi düzenlemelerle sınırlı bir oluşun değil ilişkilerin bütünselliğinde anlamlandırılan oluşun bilgisini taşır. Bu bilgi ne anlamı yaşamdan koparıp bir bilinmeyene havale eden idealist yaklaşıma ne de dogmatik sınırlarda neden sonuç ilişkileri içerisinde her şeyi kontrol eden kaba materyalist yaklaşıma benzer. Richard P. Feynman’ın “Kuantum Elektrodinamiği / KEDİ: Işık ve Maddenin Tuhaf Kuramı”  kitabında tanımladığı gibi, “Doğanın sağduyuya aykırı, kendine özgü olan yanını anlamayı” esas alır. Kuantum kelimesi bu anlamı karşılar. Kuantum fizikçileri ne Newton fiziğine dayanan Durkheim gibi, “Duygu bilimin nesnesidir.” ya da “Tanrı toplumsallığın kimliğidir.” der. Ne de Saint Simon gibi sosyolojinin deneysel bir bilim olması gerektiğini iddia eder. Toplumu bir atölye gibi ele alıp temel işlevini doğaya egemen olmaya indirgeyen yaklaşımlara karşı çıkar. Max Weber’in, “Modern toplumlardaki büyü bozulmuştur.” sözünde yiten büyünün evreni bütün ikilemlerden soyutlayıp salt akıl ya da salt ruh ile ele alan yaklaşımlar olduğunu söyler.

Belki de bu bozulmanın aklın ve kalbin kopuşu ile başladığını sezer. Bu kopuş insanın insanla, doğayla, evrenle başta olmak üzere her şeyle ilişkilerini zehirler. Ve bu zehrin hammaddesi insanlığın bir yarısını diğeri üzerinden sınıflayan anlayıştır. Gezegenin ve evrenin canlılığını birinci doğa olarak tanımlayan Abdullah Öcalan’ın dikkat çektiği yabancılaşma bu zehrin sonucudur. Ve bu ikinci doğa dediği toplumsal doğa üzerinden vücut bulur. Üzerimize yağan kimyasal bombalar, lağıma dönüştürülen ırmaklar, çöplüğe çevrilen denizler, otellere dönüştürülen ormanlar sadece insana değil tüm canlılara zarar verir. Bütün bunlar tüm yaşamı yaralar. Maneviyattan yoksun maddi dünya siborglar üretir. Maddiyatı inkâr eden manevi dünya din başta olmak üzere bütün ruhsal dünyada hurafeler üretir. Birinci doğa ile ilişkimizi toplumsal doğa ve özellikle kadın doğası üzerinden yeniden kurmanın önemine dikkat çeker.

Jin’in öyküsü

İhtiyacımız olan o kadim ses, o kelam ‘jin’dir. Ve biz geçmişte kaybolan bu sesimizin farkındayız. Yılanın hayat ve ölüm döngüsünde koruduğu şifalı çıngıraklarının, kuşun göğün yüzünde koruduğu özgürlüğün, dağların ve ağaçların kaderinin köklerinde olduğunun farkındayız. “jin” diyen Bilge ses yarım asırdır kendi kökleri üzerinde yeşeriyor. Öğreti ile yaşam arasındaki kopukluk büyük bir mücadele ile aşılıyor. Felsefe ile sosyolojinin iç içeliğinde bu gelişiyor. Bilgelik zaman ve mekân ile stratejik bağını jin’in bilgisi ile kuruyor. Bilim sosyal bağlamında doğal ve beşerî bilimler şeklinde parçalanmadan bilgelik temelinde yeniden tanımlanıyor. Ve bu özgürlük öyküsü kendi kelimelerini, seslerini, kavram kuram ve kurumlarını yaratıyor.

Öykümüz komünal anacıl toplumdan  binlerce yıl sonra yeniden kendi kökleri üzerinde Kürdistan dağlarında yeşeriyor. Bu öyküde “Ataerkil sistemin ana damarı güçlü ve kurnaz erkeğin yolu”  çözümlenme kadar ona karşı bilgi yapılarını oluşturmayı, örgütlenmeyi ve mücadeleyi gerektiriyor. Bu yolda taşlarını ören Jineoloji’nin jin’in bilgisine ve anlamlı yorum gücüne sahip olması da bununla mümkün.

Zira jin sesi suyu sevmek için deniz kabuğunu, toprağı sevmek için fesleğeni, havayı sevmek için turnaları ve hiç yitirmemek için bu duyguyu gizemi torbasında taşır. Ölmemekte ısrar eder. Bize toprak, hava ve su ile birlikte nasıl yaşayacağımızın bilgisini verir. Paylaşımcı komünal bir toplumun ortak üretim ile kurulabileceğini ve doğada her şeyin birbirini tamamladığını anlatır. Yaşam ile ölümün iç içeliğinde zamanı dolan bir canlının doğanın bir parçası olduğunun bilinciyle bunu yapar. “Tohum dahi bırakmayacağız.”  diyen tecavüz kültürüne karşı geleceği çağrıştıran bu ses bize toprağın çocukları olduğumuzu anlatır. En eski gelenekler en yeniyi muştular. Bize yabancı olan yegâne gücün sermayedarlar olduğunu deşifre eder. 

Öykümüzde anlam, ilişkilerin bütünselliğinde yaşamdaki hakikat potansiyelini anlamaktır. Oluşun bilgisine nail olmak varlık ile yokluk arasında evrenin oluş diyalektiğini anlamak ile eşdeğerdir. Bu potansiyel düz çizgisel ve aynılığı kapsayan maddi düzenlemenin ötesinde daha derin anlamları içinde barındırır. Zaman ve mekân kendini gerçekleştirme olanağının yaratıldığı mekanlara dönüştürülür. Maddi ve manevi dünya bir bütünlük içinde burada yeniden yaratılır. Kendisi başta olmak üzere hemcinsiyle, erkekle, toplumla, doğayla ilişkileri tahrip edilmiş kadınlar yaşamın bilgisini oluşturur. Ve bu bilgi ilk ve son sömürge olan kadının ataerkil sisteme karşı örgütlü bir çıkışı olduğu için kısa zamanda evrensel bir niteliğe kavuşur. Hem kadın hem Kürt kimliği yerel ile evrenselin buluşarak ahlaki, politik ve entelektüel bilgiyi ürettiği özgür özneler olur. Çünkü Kürt olmak evrensel olmaktır.  Tarihsel ve toplumsal bağlamı içinde ayrıca ele alınması gereken çok önemli bir tespittir. Tel Xalaf kültürü ile dünyada tarım köy devrimine beşiklik eden Rojava topraklarının bugün demokratik ekolojik ve kadın özgürlüğüne dayalı bir devrimin öncülüğünü yapması tesadüf değildir çünkü.

Bu oluş mutlak doğrulardan azade kendi öz dinamikleri üzerinde akışkan bir hareketlilik içinde gerçekleşir. Hareket dünyanın en acımasız teknolojilerine karşı temel yaşamsal ihtiyaçlardan kendini savunmaya kadar her şeyi yeniden yaratmayı koşullar. Zagroslar başta olmak üzere Kürdistan dağları bunun mekânı olur. Duygusal, düşünsel kopuş yeni bir maneviyatın yolu olur. Bu kopuşun mekânı ve zamanı eşitsiz savaş koşullarında bir sanatçı inceliğinde fiziksel kopuş ile dokunur. Bu yolda gücün kendisi tanımlanır. Kavramlar asıl ve asil anlamlarına kavuşur. Ordulaşma bu kopuşun ipleri ile örülür. Partileşme ve konfederasyonlaşma adım adım gerçekleşir.

Toplumsal cinsiyetçilik rollerinden boşanmak tahakküm kültüründen boşanmak ile aynı anlamı taşır. Birlikte yaşamayı değil birbirine rakip olmayı öğrenmiş kadınların yeni bir kültür oluşturması zorlu ve meşakkatlidir ama. Çatışmanın yıkıcı değil üretken kılınması güçlü bir bilinç, sevgi ve mücadele gerektirir.

Bu yolda mücadele yöntemleri de çok çeşitlidir. Her bir an’ı bir kitabın konusu olacak kadar kapsamlıdır. Çünkü yaşanan sosyal bir devrimdir. Devrim içinde devrim niteliği taşıyan bir zihniyet ve kültür devrimidir. Toplumun ürünü olan bilimin bütün felaketlerin kaynağı haline gelmesine karşı bir duruş, bir kültür geliştirilmektedir. Canlılık, anlam, sezgi, bilgi, duygu, düşünce iç içe gelişmektedir.

Zihnini değiştirmenin formülü bugünün sosyal bilimcilerinin yaptığı gibi bir madde değildir.  Psikedelik ya da LSD maddesinin önemli olumlu etkileri olsa da bunu temel çözüm olarak sunmak özünde bütün çılgınlıkların kaynağında yer alan bilimin kullanım ve yönetim tarzı ile ilgilidir. Kürdistan’da ise zihniyet değişiminin zaman ve mekân bağlamında sosyal ve kültürel doku ile olan bağı inşa edilmektedir. Ve nesnellik adına nesne olmayı salık veren pozitivist bilimin hegemonik karakterine karşı yaşamı esas alan bir bilim ile anlam ve anlama arayışı sürdürülmektedir. Bu kapsamlı bir mücadele ile geliştirilmektedir. Yaşamın her anı ve alanı zihniyet değişimi ve dönüşümü için mücadele alanıdır. Yurtseverlik toprak ile bağı anlamsızlaştıran küresel hegemonyaya karşı temel bir değer olmakta, örgütlenme liberalizmin bireyciliğine karşı toplumsallığın iradesini ve eylemselliğini oluşturmaktadır. Düşünce ve anlam gücü buradan üretilerek etik ve estetik ilkeleri kuşanan bir kurtuluş ideolojisi sunulmaktadır. Dogmalardan azade canlı bir ideoloji ile varlığının anlamına varan kadınlar kopuş teorisinden özgür eş yaşama uzanan yolda toplumsal sözleşmelerini hazırlamaktadır.

Burada kendini sevmek hemcinsini sevmek ile eşanlamlıdır. Kendisiyle arasındaki duvarların taşlarını ören erkek egemen zihniyeti anlamak ve aşmak ise kendini tanımaktan, kendini bilmekten geçmektedir. Çünkü kabul ve red ölçüleri bulanıktır. Günlük tutması  kendisiyle arasındaki mesafenin kapanması için bir yöntemdir. Hemcinsiyle yaşamayı, sohbet etmeyi, üretmeyi öğrenmesi ise bir diğer yöntemdir. Bunun için önce kendini sevmesi gerekmektedir. Ve bu da bilinçle olacaktır. Devrimci ortamlarda tekmil, toplantı, eğitim, çözümleme, platform, eleştiri özeleştiri bu bilinci ören yapı taşlarıdır. Bunlar yavaş yavaş toplumsal ortamlara da sirayet eden yöntemlerdir. Belleğini tanıdıkça doğasına, gücünü açığa çıkartıp anlamlandırdıkça yaşama, birbirini tanıyıp sevdikçe toplumsal tarihe yakınlaşır. Ve bunların adı cins bilinci, cins mücadelesi ve cins sevgisi olarak anlam bulur. Ve bu bilinç, sevgi ve mücadele yeni bir kültürün oluşturulmasının yapı taşları olur.

Bu kültür Riena Easler’in Kadeh ve Kılıç kitabında andronik kültürden gilanik kültüre dönüşüm olarak tanımladığı Kültürel Dönüşüm Teorisi’nden habersiz kadınların öncülüğünde dağlarda inşa edilir.  Ya da şimdi dünyada cins kimliklerinin sorunsallaştırılması, toplumsal cinsiyetçiliğin belirsizleştirilmesine karşı adeta sezgisel ve özlü bir çıkış olarak gelişir. Dağlarda müthiş bir pozitif dönüşüm enerjisi oluşturulur. Bu gerçeğin gücünün yaratılması anlamına gelir. Güç ilişkileri yerine gücün kendisi tanıma kavuşturulur. Tahakküm ilişkileri yerine etik estetik bir yakınlık inşa edilir. Beslenme, üreme ve korunma gibi savunma ihtiyaçlarının yerine kendini gerçekleştirme kültürü yaratılır. Aşırı maddiyata boğulmuş, ruhsuz bir dünya yerine manevi bir dünya oluşturulur. Jin’in bilimi dağlarda bütünlüklü bir şekilde evreni anlamayı esas alır. Ve bu bilim tabaka ve hiyerarşilerin yerine tüm canlılar arasındaki ilişkilere kadın ile erkek arasındaki ilişkiyi temel birim yaparak odaklanıyor. Batı sosyolojisinin mekanik, hiyerarşik, aşırı derecede kategorize edilmiş ilişkilerinden radikal bir ayrılışı ifade ediyor. “Jean Baker Miller’in yakınlık, Jessie Bernard’in “aşkın/görevin kadınca ruhu” ve Hz. İsa, Gandhi ve diğer manevi liderlerin basitçe aşk diye adlandırdığı bu içsel ilişkililikten   bihaber kendi kaynaklarından beslenerek akıyor. Ve aşk teorisini oluşturuyor.

İnanalım temiz suyun türküsüne

Sonuç olarak hatırlanmayan ama yaşamın dokusunda semboller, hikayeler, efsaneler, desenler ve ezgiler ile devam eden hakikatin zamanına gidelim diyoruz. Bunu başarabiliriz. Oradan bize seslenen jin büyülü bir hece. Büyüsü maneviyatı mistisizme eviren pozitivizmin olguculuğunda değil yaşam gücünde ve bu gücün kaynağı olan ilişkiler ağında saklı. Ve bu ağ kendinle kurduğun ilişkiden başlayarak doğayla, toplumla ilişkilerine uzanıyor. Ruhi ve akli bütünlüğü esas alan demokratik ekolojik ve kadın özgürlüğüne dayalı paradigmanın bilgilerini açığa çıkarıyor. Bu bilgileri lanetleyen, değersizleştiren iktidar ve sermaye güçlerine meydan okuyor. İnsanı tahakküm altına almaya yönlendiren pozitivist bilimi deşifre ediyor. Objektiflik ve bağımsızlık adına sezgi ve duyguların dışlanmasını kabul etmiyor. Düşünce ve duygu gücünün enerji olduğunun farkındalığı ile bu enerjiyi tanıma ve tanımlama arayışını sürdürüyor.

Tahakküm ilişkilerinin dışına çıkarak bunu yapan Kürdistan Kadın Özgürlük Hareketi yeni bir kültür oluşturuyor. İnsanın kendine, doğaya, topluma yabancılaşmasını aşmak için dokulara sızan kölelik kodlarına karşı savaşıyor. Bunu yine; yeniden kendi kökleri üzerinde ve köklerinden beslenerek Zagroslar’dan Rojava’ya inşa ediyor. Bu mücadelenin her bir an’ı çağın büyülü anlamlarını içinde taşıyan hakiki bilgiyi taşıyor.

Kadınları bilimden uzak tutan hâkim düzenin bilim anlayışına karşı kendi sosyal bilimini ve akademilerini oluşturuyor. Toplumsal ahlak yolunda bilimle yoğrulmuş bir bilinç gelişiyor. Varlığını sürdürme ve varlığın dinamikleri ile uyum içinde olma bilgisini pozitivist bilimin aksine sadece deney ile değil deneyim ile gerçekleştiriyor… Bilgi ile maneviyat arasındaki boşluğa köprü olma yöntemlerini oluşturuyor. Empatiyi güçlendirme, feminen enerjiyi keşfetme, toplumsal dönüşümcülüğü esas alma, toplumsal ahlak ve bilinci açığa çıkarma, özne nesne ayrımını aşma arayış ve yöntemleri ile bunu yapıyor.

Ruhla doğa, kadınla erkek arasındaki çatışmaların kaynağının hiyerarşik ilişkiler olduğunun bilinciyle hareket ediyor. Çelişkilerin çözümünü çatışmaya değil üretkenliğe ayarlıyor. Bu nedenle güç hegemonik bir güce değil birlikteliğin farklı renklerine dönüşüyor. Bir tahakküm toplumundan başkasına değil sahiden alternatif bir topluma doğru geçişin bilgisi, özgürlüğün sosyolojisi gelişiyor. Rekabetin iş birliği ile bireyciliğin sevgi ile dengelendiği bir bilinç gelişiyor. Demokratik konfederalizm ile küresel iş birliği ruhunu yaratıyor. Hem bugüne hem geleceğe cevap veren ve bunu an’da anlayarak gerçekleştiren bir ahlak gelişiyor.

Özgür ortaklık ile şekillenen yeni bir dünya sistemi yeni bir paradigma şekilleniyor. 23 yıldır İmralı adasına hapsedilen bu paradigmanın iradesi oluyor. Çünkü tanrıça kültürünün izlerini kendinde keşfeden bir insan “an’a” “jin” hecesi ile dokunarak “olmak” fiiline anlam katıyor. Ve bu anlam yaşamın dokusunda keşfedilmeyi bekliyor.

Yeter ki inanalım. Füruğ’un, “Ve bilmiyordu kimse /yüreklerimizden uçan/ üzgün güvercinin/ inanç olduğunu” dizelerine atıfta bulunarak bu güvercinin bu inancın canlandığının müjdesini verelim. Şimdi dağlarda çağın tüm teknolojilerini alt üst eden bir irade ile direndiğini bilelim. Bilelim ki, “İnanalım suyun temiz türküsüne…”

Not: Nagihan Akarsel’in katledilmeden hemen önce kaleme aldığı ve ajansımızın da İki bölüm halinde sunduğu yazı Jineolojî Dergisi’nde yayınlanmıştır.